Ba'de harab'ül Basra

Kim ne derse desin, Deniz Feneri konusunda ithamlara maruz kalanlarda müthiş bir 'basiret bağlanması' görüyorum ben. 'Yüzyılın iyilik örgütü' diye bilinen ve nerede âfetlere maruz kalan birileri varsa dağları-denizleri aşarak oraya yetişen Deniz Feneri Derneği'nin yetkilileri, yaptıkları bunca faaliyeti hatırlatma yönünde fazla çaba göstermiyor...

Zihinlere yalnızca saldırıların resmi yerleşiyor; dünyanın dört bir tarafına dikilen Deniz Feneri eserleri ise herkes için meçhul... Oysa para toplamaktan daha fazla o paraları yerine ve yerinde harcamasıyla ünlü bu örgüt...

Halkla ilişkiler (PR) diye bir ilgi alanı bulunduğunu ve kriz ortamlarında en büyük yardımcının gerçekleri sergilemek olduğunu unutmamak şart.

Yiğit Bulut neden Almanya irtibatı üzerinde durmaya devam etmediğimi soruyor. Haklı. Son zamanlarda Türkiye'de tartıştığımız hemen her konu eninde sonunda Almanya'ya çıkıyor. Bunu görmek için, bazılarının sandığı gibi, 'komplocu' olmak da gerekmiyor...

Başbakan Tayyip Erdoğan bütün karmaşayı başlatan basın toplantısında, geçen cumartesi günü, “Almanya'da görülmekte olan dava bu hafta sona erecek; verilecek karar iddialarınız istikametinde olmazsa ne diyeceksiniz?” sorusunu yöneltmişti yaygara koparanlara... Ben de sizler gibi davanın bu hafta yapılan duruşmada sonlanacağını çıkardım o sözlerden... Hayır, dava bitmedi. Gazeteler, “Bu hafta bitecekti, fakat bayan yargıcın bir yakını vefat etmiş...” diye açıkladılar durumu.

Duruşma yapılabiliyor, ama beklendiği halde karar verilemiyor... Bu sebeple tantana Başbakan Erdoğan'ın beklediği gibi kısa sürede bitmiyor. Bu durum da kafaları karıştıran haberlerin bir müddet daha devamına yol açıyor. Doğru-yanlış, her gün yeni isimler gazetelere manşet yapılıyor. Dünya için önemli bir örnek teşkil ettiğine inanılan bir hayır kurumu, inançlı insanların paralarını 'hüp' etmek üzere kurulmuş bir saadet zinciriymiş gibi takdim ediliyor...

Sonunda ne karar verirse versin Frankfurt'taki mahkeme, Deniz Feneri ve ilgili diğer kurumlar açısından, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...

Galiba esas amaç da bu. Türkiye'de güçlü bir iktidar ve istikrarlı bir hayat istemeyen, her an dağıtmaya hazır bir ülke olmamızı tercih eden yerli güç odakları açısından, medyada dengelerin aleyhlerine bozulur gibi olması dertti ya, bu yolla birkaç yayın organının etkisini zayıflatarak dengeyi eski haline döndürmeye çalışıyorlar...

Gelişmelerden ve ortaya 'güçlü bir Türkiye' çıkmasından rahatsızlık duyan yabancı çevreler de, bu dava vesilesiyle patlayan gürültüde, toplumumuzun 'güvendiği' kişi ve kurumların itibarını zayıflatarak, kafa karışıklığını körüklüyorlar...

Dava bu hafta sonuçlansaydı farklı olurdu; 'bayan yargıcın bir yakınının vefatı' gerekçesiyle bir-iki haftalık erteleme, her iki çevrenin işine yarıyor...

Sonunda mahkeme iddianamede yer alan ithamların en ciddilerine elde yeterli kanıt bulunamadığı için kulak asmayıp bir-iki basit usulsüzlüğe ceza vermekle yetinse, yani öyle büyük bir yolsuzluk bulunmasa, hiçbir şey fark etmeyecek. Bu arada bizim gazetelere yansıyan haberler yüzünden pek çok kişi ve kurum ciddi hasar görmüş olacak...

Muhtemelen Başbakan Erdoğan'ın bir medya grubunu hedef alan çıkışlarının altında da bu gerçek yatıyor. Başbakan, çıkışıyla, hasarı azaltmayı amaçlamış olmalı.

Daha önce de yazmıştım, Tansu Çiller'in başına örülen 'uyuşturucu kaçakçısı' ithamı da böyle bir şeydi. 28 Şubat'a doğru hızla yol alınan dönemde, Almanya'da, ikisi Türk biri İtalyan üç uyuşturucu kaçakçısını yargılayan bir mahkemede, birdenbire 'önemli bir politikacı' diye birinin adı da kaçakçılarla birlikte gündeme taşınıverdi. Konuyu ilk açan Alman yargıç, “Uyuşturucu kaçakçılığını doğru-dürüst soruşturamıyoruz, çünkü Türk hükümeti bize sürekli zorluk çıkarıyor” da dedi.

İnanılır gibi değil... Bir Alman muhabirin, “Kim o politikacı?” sorusuna, yargıç Rolf Schwable, “Başbakan yardımcısı unvanı da olan dışişleri bakanı” cevabını verdi. Yani Tansu Çiller...

1997 yılı ocak ayında, haftalar boyu, Çiller Ailesi'nin uyuşturucu işine de bulaştığını bizim gazetelerde okuyup durduk. O zaman da, “Ne yani, yazmayalım mı?” diye soruyorlardı itiraz edene... Tabii bu arada 28 Şubat da geliverdi... Refahyol düştüğünde, biraz da bu yüzden, insanlar fazla tepki vermedi...

Oysa dava sonuçlandığında, mahkeme, o yargıcın iddialarının gerçekleri yansıtmadığını, Çiller'in kaçakçılarla bir ilişkisi bulunmadığını, Türk hükümetinin kendilerine zorluk çıkarmadığını da açıkladı.

“Ba'de harab'ül Basra” deyimi böyle durumlar için kullanılıyor...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.