Dünya Neye Sahipse O'nun Vergisidir Hep

        O, (s.a.v) söz sultanıdır, arzın hatibidir. Hoca-i Kainattır.

        O, İnsanlığın iftihar tablosu, Rahmeten li’l Alemindir.

        O, Rehber-i Ekmel, Habib-i Ekremdir.

         Kendisine “Hazret-i Sadık-ı Masduk” dendi.

         O, Seyyid’il Mürselin, Hatem’ül Enbiyadır. 

         İki cihan serveri, Hüzün Peygamberidir O.

         Kendisine “Güzeller güzeli, Ferid-i Kevn ü Mekan” derler. 

         O, Alemlerin Efendisi, Muhbir-i Sadıktır.

         O, En-Nebiy’yu Muhterem” dir.

         O, Fesad-ı Ümmet zamanında sünnetine itaat ve ifa edenin yüz şehit sevabını alacağını söyledi.

          Allah O’na kefil oldu.

          Cibril en güzel ve en mutlu hizmetini O’na gelirken yaptı.

          Azrail ruh-u Alilerini alabilmesi için O’nun izni gerekiyordu.

          Allah kullarına O’nun için “Ona itaat etmeden ve O’nun Sadakte’ sini almadan bana gelmeyin” dedi.

          “Beni seviyorsanız önce O’na itaat edeceksiniz” dedi Allah.

          İsmine hürmeten Muhammed’leri Mehmed olarak kullandık.

          Mehmet, Ahmet, Muhammet, Mustafa’larımız hep O’nu çağrıştırıyordu.

          Türkiye İstatistik Kurumunun 2010 verilerine göre doğan erkek bebeklere konulan on isimden dördünün bunlardan olduğunu öğrendik.

          Ölen Ashabından hiç birisi yoktur ki öldüğü yerde kıyamet günü oranın ahalisine bir nur ve cennete sevk hususunda bir rehber olmasın!

          Henüz dünyayı teşrif etmeden adına şiirler okunan, naatlar yazılan ve O’nun dışında hiçbir şahıs için asırlar boyunca devam eden böylesine zengin bir edebi gelenek yoktur.

          Yemen Meliki Tübba Ebu Kerb, yaklaşık dört asır öncesinden hiç görmediği Nebiler Nebisi için yazdığı bir şiiri, kutsal bir miras gibi asırlar boyu nesilden nesile, babadan oğula aktarılarak en son Hz. Ebu Bekir’in sesinden Efendimize ulaşır: “Şehadet ederim / Varlıkları yoktan var eden Allah / O’nun tarafından bir elçi gönderilecektir / Adı Ahmet olan / Ömrüm yetişirse gelişine / O’na yardımcı olurdum”

         Efendimiz naatı okuduktan sonra üç defa: “Merhaba Salih kardeş Tübba” diyerek Yemen kralını selamlar, şehadetine şahitlik eder.  

          Tübba aynı zamanda Kabe’ye ilk örtüyü örtendir.

          Efendimiz Kabe’nin Ben-i Şeybe kapısından girdiğinde Hacer’ü-l Evsedi bugünkü yerine hakem heyetinin kabulüyle kendi mübarek elleriyle koyduğunda daha Peygamber değildi.

          Maliki mezhebinin kurucusu İmam-ı Malik, Medine’de bulunduğu süre içinde (Peygamberimize hürmetsizlik ve saygısızlık olmasın diye) hiç ayakkabı giymemiştir.

          Koca imam, kürsüde hadis dersi vermektedir. Kürsüden İndikten sonra ayağına baktırır ki akrep sokmuş. “Neden daha önceden bildirmedin” diye soranlara: “Hadis okuturken sözlere karşı saygısızlık olmasın diye mevzuyu kesemedim” diye cevap vermiştir.

          İmam-ı Şafi, mescitte kürsüde ders verirken ara sıra ayağa kalkar otururmuş. Dersten sonra nedenini soranlara: “Dışarıda Efendimizin neslinden biri alış veriş yapıyor, ne zaman mescidin hizasına gelse, en de ayağa kalkıyorum” dedi.

          Kendilerine on yıl hizmet en Hz. Enes diyor ki: “Mübarek cildine dokunur, sonra ellerimi günlerce koklardım.”

          Geçtiği yerde kokular bırakırdı. Oradan (Mübarek kokusundan) O’ un geçtiği belli olurdu.

          Abdullah b. Revaha: “Hiçbir mucizesi yoksa O’nun masum yüzü haber verirdi” der.

          Bir gün ashabıyla beraber oturmaktadır. Yanlarına içecek getirilir. Sağında Hz. Ebu Bekir, solunda ise bir çocuk oturmaktadır. Çocuğa döner ve: “Ey çocuk! Müsaade eder misin şu içeceği önce Ebu Bekire versem..?” Çocuk şu cevabı verir: “Hayır Ya Resulellah! Eğer senden bana gelecek bir nasipse, kimseyi kendime tercih etmem.” Peygamberimiz önce çocuğa verir içeceği. (Yüz bin afiyet olsun sana ey çocuk!)

          Hz. Enesin evindeler bir gün. Efendimiz susamıştır ve evdeki kırbadan su içer. Anne Ümmü Süleym, Efendimizin mübarek dudaklarının değdiği yeri keser, ölünceye kadar saklar.

          Şam’ dan bir adam gelir. Efendimizi görmek, tanımak ve Müslüman olmak için. Müslüman olur ve Efendimizin elini sıkar. Adam ölünceye kadar bir daha hiç kimsenin elini sıkmaz.

          Ümmetine çok vefalıydı. Miraçta kendisine: “kal burada, dertler diyarı, ısdırap ülkesini bırak, Cennet diyarında kal” denilince mahzun ve mükedder dünyaya ve ümmetine baktı, ümmetini boynu bükük ve ağlar gördü. “Ben gitmezsem onlar gülmez ki, Cennete gelemezler ki” dedi ve dert diyarı dünyayı tercih etti.

          Şam camilerinin birinde namaz kılan yetmişlik bir pir-i fani. Bu bahtiyar ihtiyar herkesin dikkatini çeker. Zira rükua vardığında ayaklarının ucuna kadar dökülen saçları vardır. Geçler merakla sorar bu uzun saçların hikayesini.O gözlerinden akan yaşlarla yanaklarını ıslatırken gençliğine dair birkaç sahne anlatır gençlere ve şöyle bitirir sözlerini: “…ve Allahın Resulü geldi, mübarek ellerini saçlarımda dolaştırdı, başımı sıvazladı..Ben O’nun elinin dokunduğu saçarı nasıl kesebilirdim onlarla ahirete gitmek istiyorum. Ateş O’nun dokunduğu saçları yakmayacaktır.” Ağlama sırası gençlerdeydi…

          İmam-ı A’zam son haccında bir rü’ya görür ve rüyada artık o beldelere bir daha gidemeyeceği söylenir. Hz. İmam o kadar hacca gitmesine rağmen Allah resulünün huzuruna , O’nun medfun bulunduğu aziz mekana bir türlü gidemez, yaklaşamaz. Utanır. “Neye geldin, ne getirdin?” derse cevap veremem diye endişe yaşar. Onca sene mescidin en arka saflarında namaz kılar, sonra çadırına varır, ağlar durur. “Sen çağırmadan huzuruna varmayacağım ya Resulellah” der. Senelerce bu hali devam eder…Artık son haccı olduğu düşüncesiyle o yıl daha bir hicran yüklüdür. Her namaz sonrası göz yaşı ve hıçkırıkla: “Ne olur Ya Resulellah, bir kerecik davet etsen, gel desen” diye kğvranmaktadır.

          Bir gün bir başka adam Efendimizin kabrinde demir parmaklıkları tutar, O’na nazlanır: “Ya Resulallah, Sana geldim, Seni misafirinim. Aç- susuzum. Bana yardım et” der durur. Biden perde kalkar, Gül Sultan misafirine döner: “Falanca çadıra git. Orada Numan var, ona söyle deki: “Resulüllahın sana selamı var, seni çağırıyor.” Adamcağız Efendimizi görmüş olmanın şaşkınlığı içinde, heyecanla tarif edilen çadıra varır, çadırın örtüsünü kaldırır. Bir pir-i fani görür içeride. “Bir kerecik olsa da “gel” demiyecek misin Ey Nebi!” diye inleyen bir ihtiyar. Adam sorar: “Numan sen misin?” “Evet benim, ne işin var benimle?” Adam: “Resulüllah seni çağırıyor, artık gelebilir diyor.” Numan doğrulur, sese yönelir, “bir daha söyle” der. Adam söyler. Her söylemesine karşılık adama Koca İmam bir kese altın verir. “Bir kere daha, bir kere daha” diye diye söyletir, cüppesini, sarığını, neyi varsa hepsini verir ve gider. Hıçkırıklarla muvaceheye yollanır.

           Bizde isteyelim. Bir davet te biz bekleyelim. Hele siz bir akıtıverin göz yaşlarınızı bakın nasıl davet geliyor…                      

Önceki ve Sonraki Yazılar