Fatma Ç. KABADAYI

Fatma Ç. KABADAYI

Eğitimci şair yazar Zübeyir YİĞİT ile edebiyat üzerine…

Adımı sorma küskün derler

Ara sıra saçı uzun, aklı kıt

Ara sıra küfür, dayak, eşten gelen zılgıt

Adım küskünlük benim ben kadınım.

 

Doğrudur biraz dilsizim

Coğrafyamızdaki hamur böyle bizim

Sancılıyım, yaralıyım çaresizim 

Adım dilsizlik benim ben kadınım

 

Beni yaratana şikayet olmasın ama

Taş yüklemiş sanki sırtıma

Bir çare vermemiş sancıma

Adım çaresizlik benim ben kadınım

 

Anadolu’yu emzirdim doydu hatta çıkardı

Yüreğim hüzne gözüm yaşa doymadı

Doymaya çare oldum amma dilsizliğe olmadı

Adım Anadolu benim ben kadınım

-Evet… Bu mısraların sahibi Ankara’da ikamet eden bir eğitimci konuğumuz var bu hafta.  Yıllardır edebiyat dünyasından tanıdığım, bir çok antolojide tevafuk kalemdaş olduğum, çok kıymetli bir dost olduğu aşikar bir şairimiz.. Kendisini daha yakından tanımak için kapsını çaldığımda beni kırmadı sağ olsun. Bakalım neler konuşmuşuz? Zübeyir hocam, hoş geldiniz, sizi sizden tanıyalım mı?

 

“En zor şeydir insanın kendini tanıtması. Bunun için önce kendini tanıması gerekir diye düşünüyorum. Kendini tanımaya ise yetmiyor zaman. Klişe birkaç sözden ibaret oluyor o zaman da tanışmak. Birbirini bir daha hiç görmeyeceğini bildiği halde “Sizi tanımaktan memnun oldum.” “Ben de sizi tanıdığıma çok memnun oldum deyip.” Herkesin yoluna gittiği gibi oluyor kendinizle kendinizin tanışması. O zaman da kendinizi tanımakta zorlanıyor insan.”

-Efendim Klişeye ben de uyarak bahsedeyim kendimden.

“Zübeyir Yiğit bir kul, bir fani, bir bedende can bulan ve o cana emanet edilen ruhun sahibi, yazar, çizer, bağırır. “ben diğer çeşitlilikten farklıyım, dağ, taş toprak değilim,” diyen, insan olduğunu vurgular.

En yalnız anımızda, çırılçıplak, bize benzeyen yalnızlığımızı gördüğümüzde de sonu görüp hoş geldin ölüm diyen, Mevlana misali vuslatı düğüne çeviren Mevlana ve benzeri gönüllerin emanetçisidir.

Ne haktan, ne halktan vazgeçen, halk ilen bin, hak ile bir olandır.  Yükseğinde kar, engininde nardır memleketin.

Zübeyir Yiğit; Kırşehir İli, Kaman İlçesinde, bin dokuz yüz elli sekiz senesinin Mayıs ayında, bir yalnızlığın boşluğunu doldurmak için doğmuş bir candır.  

Cana şekil verdiğini sanan, oysa kendi şekilsizliğini görmeyen bir resimdir.

Dünya malını dünya severlere bırakmış bir tek ölümün sahibidir Zübeyir Yiğit.

Vücut şehrinin anavatanında, sevgi adına şiir, öykü roman yazan bir öğretmendir.”

 

 

-Eğitimci olarak iz bırakan insanları yetiştirmek adına dişinizi tırnağınıza kattığınızı bir programda dile getirmiştiniz. Takdir edersiniz ki eğitim her zaman öğretimden daha önceliklidir.

Şiirle tanışmanız ilkokul üçüncü sınıfta öğretmeninizin hediye ettiği bir kitapla başladı diye biliyorum. Altmışlı yıllarda çocukken başladığınız şiirleriniz için “şiirden vazgeçmek insanlıktan vazgeçmektir” diyorsunuz, şiir niçin bu kadar önemli sizin için? Özellikle o ilk şiirinizin öyküsünü bizimle paylaşır mısınız?

Eğitim istendik davranışların oluşmasıdır.  Tek bedenden çift bedene dönüştüğümüz, yani annemizden doğduğumuz andan itibaren özgürlük olgusu yani kalabalık olmaktan çıkıp “BEN” olma mücadelesidir eğitim. Tutuma yöneltme, yönelen tutumu da davranışa dönüştüren olgudur eğitim. Et ve kemiğin insana dönüşmesidir eğitim.

Öğrencilerim de (ki hemen hemen bütün öğrencilerim) benim istediğim yer olmasa da kendi istedikleri yere gelmiş durumdadırlar. Yani, yaşamdan bekledikleri hazzı kendilerine verecek konuma gelmiş durumdadırlar. Önemli olan da zaten benim beklentim değil, hatta ana baba beklentisi değil, kendi yaşamlarını daha anlamlı kılan ve doğdukları andan itibaren verdikleri savaş gereği gelmek istedikleri yere gelmiş durumdadırlar. Bu da beni en az anne babaları kadar mutlu kılmaktadır ki bunu en iyi siz anlayabilirsiniz.

 Şiire ilkokul üçüncü sınıfta okuduğum bir şiir kitabı (Yüceleceksin) ile başladım. Aynı kitabı defalarca okudum zira başka kitabım yoktu. Okulda da şiirleri genelde ben okurdum. Böylece şiir yazmaya da başlamış oldum. Şiirin şuur olduğunu; kıtlık yıllarının bize düşen kıt paylarıyla anladım.  Dileklerimizi, taleplerimizi, isyanlarımızı, sevinçlerimizi, umutlarımızı ve beklentilerimizi şiirle anlatabileceğimi öğrendim. Kelimelerin dansı olduğunu kavrayarak şiiri ruhumu besleyecek araç olarak gördüm. Şiir ağıt, şarkı, türkü, destanın ana kaynağı, asıl damarıydı.  O damarda akan mürekkep olmak istedim. Dost tuttum kalemi, o öğretti bana dili kelamı. Kağıt feda etti ömrünü,  bir ke olsun bilerek incitmedim gönlünü. Bile bile yaktı zaman zaman ucunu ben üstlendim çoğu zaman suçunu. Şuur buydu işte. Ben şiiri şuur olarak görüyorum. Şuuru olan kişinin elinden kalem, dilinden kalem düşmez diye düşünüyorum. Tıpkı Fatma Çetin Kabadayı’nın elinden ve dilinden düşmediği gibi.”

 

 

-Çok naziksiniz, teşekkür ederim. Şiirlerinizde daha çok ölüm temasını, işlediğinizi biliyoruz. Aşk şiirlerinizde var ama niçin daha çok ölüm ağırlıklı?

“İnsanoğluna ölümü hatırlatarak hayatı, hayatları sevdirmeye çalıştım hep. Ölüm avucumuzun tam ortasında her dokunduğumuzda yanağımızı bir kez daha yapışır izi. Biz onu görmeyiz. Yıllar görür, zaman görür, yaşam görür. İstedim ki bizler de görelim. Oyalandığımız bu dünyada oyalanmak yerine dönen dünyada savrulmadan yaşamayı öğrenelim.”

-Babamız İzi isimli eserinizden konuşalım izniniz olursa. Çok güzel bir kitap adı.  Kitap ismi çok önemli elbette. Nasıl karar verdiniz? Kapak çalışması kime ait? Konusu hakkında okurlarımıza biraz bilgi verebilir misiniz?

“Dünya kadınlar gününü kutladığımız şu günlerde, kadınlara yaptığımız işkence ve onları kadınca benliklerinden uzaklaştırma hareketimiz oldukça manidardır deyip babaları da bir evin çatısı, yağmurdan, kardan, soğuktan, sıcaktan koruyan koruyucu olarak görüyorum. Nasıl cennet altındaysa kadınların ayakları altında, topluma örnek, insanlığa model, adam gibi adamlardır babalar.  Ana babalara uyguladığımız siyasal, sosyal, ekonomik ve son zamanlarda savaşlar ve özellikle kadın erkek ayırmadan kirpiklerin ıslaklığı beni böyle bir kitabı yazmaya itti.

Öykü gerçek hayattan yaşanmışlıktan alınmıştır. Hergün eve güler yüzünü, güzel yüreğini sevgi paketine koyup getiren baba bir gün gelmez. Yerine daha büyük bir paket gelir. Paket içinde bir madencinin kanlı çizmeleri ve elbiseleri vardır. Ömer bu madencinin çocuğudur. Gölgenin boyanmasından hoşlanmayan, daha okula başlamadan sevginin, yaşamın resmini boyamasını isteyen baba ona boya kalemleri alarak bir alın, yeşilin, toprağın, güneşin, ekmeğin resimlerini boyamasını ister. Annesi de oğlunu “yaprağımın yeşili, çiçeğimin alı, toprağımın tozu, ekmeğimin bozu oğlum” diye sever.

Babanın kanlı elbiseleriyle birlikte evlerine uzun süre bahar gelmez. Kocasının aşkıyla yanan kadın kışın soğuklarında serinlemeyi tercih eder. Bir hayli zamandan sonra acılar zamana yenik düşer. Tam da bu sırada Ömer bir resim yapmıştır. Resmi annesine gösterirken anne heyecanlanır.

Ömer “Bak anneciğim bu resmi senin için yaptım”

Anne gözlerini resme diktiğinde ilk güneşi görür. Kadına göre güneş Ömer’in babası yani eşidir. Anlat Ömer der kadın. Ömer:

“Bak bu yaprağın yeşili, bu çiçeğin alı, bu toprağın tozu, bu ekmeğin bozu; ancak en önemlisi bu diye güneşi gösterir. Anne heyecanla resimdeki güneşe bakıp eşiyle el ele olurken Ömer.

“Bu sensin anne” der.

Kadının gönlünde doğan yerinden düşer, bahar olan mevsimine yeniden yaprak dökümü hâkimdir. Kış mevsiminden edindiği elbiseyi tekrar gönlüne giydirir ve der ki:

“E be Ömer; yaprağın yeşili, çiçeğin alı, toprağın tozu, ekmeğin bozu var da resimde babanın izi nerede, onu nereye sakladın?” 

 “BABAMIN İZİ” Böyle bir şey. Ancak benim daha önce yayınlanmış “ÖZLENMEKTESİN”  ve “ŞEHR-İ HAYALDE GÜZ KOKUSU”  sevilen kitaplarımın arasındadır. Kısmet olursa En geç Eylül ayında gelecek olan “ÇİLE ÇİÇEĞİ”, “ACI KAHKAHA” ve Kişisel gelişim kitabı olan “ANANE OLMA ANNE OL” kitaplarını da severek yazdım ve beğenileceğine çok eminim.”

 

-Dört gözle bekliyoruz o halde. Şimdiden okuru bol olsun diyelim. Yazarlığın dışında editörlüğünüz ve yol göstericiliğiniz de var. Bu İKİSİ DE bir eğitimci için kolay ama meşakkatli bir süreç. Eminim okumaya doyulmayan bir çırpıda biten eserler olduğu gibi insanı çileden çıkaran dosyalar da geliyordur.  Bu asla düzelmez dediğiniz oldu mu? Hani baştan yazsam daha kolay olurdu diye düşündüğünüz? Sizce şair yazarımızın edebiyat bilgisi alanında kendini yetiştirmede yeterliler mi?

“İlk gelen kitaplar genelde hep öyle hamdır. Okur bize güvenir. Sizin oradan Artvin’den bir arkadaşımızın kitabı A4 dediğimiz kâğıtta 590 sayfa idi. InDesign programında bu yaklaşık 1000 sayfa demektir. Biz onu 320 sayfaya düşürdüğümüzde ağlamaklı olmuştu. Kitap basıldığında kendisi de hayret etti ve ağzından harika sözcükleri döküldü.

Başka bir kitap normalde yani kitap sayfası olarak 90 sayfaydı. Konu çok güzeldi, ancak çok acemice şeyler vardı. Kitap olamayacak kadar azdı. Biz kitabın sayfa sayısını artırmak için yaklaşık dört ay saha araştırması yaptık. Sincan Kapalı Cezaevine gittik. Savcıdan gardiyandan, cezaevi müdüründen, mahkûmlardan destek rica ettik, gözlemlerini yazdırdık. Hastaneye ve acil merkezlere gidip doktorların, hastabakıcıların, güvenlikçilerin görüşünü ve hatta katkılarını alıp naklettik. Nezarette yatanları ve emniyet birimlerini konuşturduk. Şizofren derneklerine gittik. Böyle çıktı kitap ama çok gerçekçi oldu. Şimdi hem Çin hem İngiltere Türk Yapım şirketlerinin çekmeyi düşündükleri bir kitapta oldu.

Yayınevinizden bu aralar nasıl kitaplar yayınlanıyor, okuyucu kitleniz nasıl?

Öncelikle belirteyim yayıneviyle ilişkim emekten öte bir şey değil. Sahibi farklı, ben ise editörüyüm bu yayınevinin. Emeklilikte boş durmaktan koşturmak hayırlıdır diye çalıştığım bir yayınevi. Ama hakikaten çok mutlu olduğum ikinci çalışma saham. Daha önce İnsan mühendisliği diye adlandırdığı öğretmenlikte geçen 33 yılı hiçbir şeyle değişmem. Ancak parklarda ben neden öğretmen değilim diyenlerin benim yüzümden öğretmen olamadıklarını düşünerek ani bir kararla emekli oldum ve bu sefer kitapları eğitmeye başladım ki bu da öğretmenliğin çok güzel bir dalı.

 

Ankara edebiyat ve yayın açısından da büyük bir kültür şehri. Ankara’da nasıl faaliyetler oluyor ve katılabiliyor musunuz? Şaire yazara destek, birlik beraberlik var mı?

Ankara her şeyin başkenti. Zaman buldukça faaliyetlere katılıyorum. Destek isteyen hiç kimseden elimi çekmedim. Bundan sonra da çekmem ancak. Arkadaşlarımız fikri destek istemeyecek kadar usta olmuşlarsa onlara Allah yol açıklığı versin demek düşer bize.

Örnek aldığınız tarzını beğendiğiniz birkaç şair yazar ismi istesem sizden? Yeni dönem yazarlarından da tabi... Hele de yazarların muhakkak okuması gerekir dediğiniz bir kitap var mı?

Bir kitap okura göre güzel olabilir ama bana göre her kitap güzeldir. Şu ana kadar okuduğum kitap sayısını hatırlamıyorum. Sadece evimde var bir oda dolusu kitap ki sayısını tam olarak bilmiyorum ama sanırım 3 binin üstünde. Kitaplarımın çoğu artık tarihi ve antika değer ifade ediyor. Geçen gün birine dokundum yapraklar erimeye başlamış. Edinim tarihine baktım 1971 yılı.  Yazar herkesi okur, örnek aldığı yazar demeyelim de etkilendiği yazarlar vardır. Ben hangi kitabı okumuşsam yazarından etkilendim. Modelim oldu.

 

Şu an üzerinde çalıştığınız bir eser var mı?

Üzerinde çalıştığım kitaplarım “ÇİLE ÇİÇEĞİ”, “ACI KAHKAHA” ve Kişisel gelişim kitabı olan “ANANE OLMA ANNE OL”

Zübeyir yiğit kendini yirmi yıl sonra edebiyatın neresinde bulmak istiyor?

Yirmi yıl sonrasında iyi okunan 20 kitabın sahibi olacağıma inanıyorum ancak, yaş gereği 20 yılı görebilecek miyim bilmiyorum. Ama sevgide şu anda bulunduğum yerde, yani herkesi kardeş, herkesi gönül akrabam olarak doya doya sevmek istiyorum. Çok ucuz bir tatmin terapisidir sevmek. 

Memleketim hiçbir ülkenin karşısında eğilmesin istiyorum. Çocuklar gülsün, analar ağız dolusu kahkaha atsın, babaların gözlerinde bir sonraki günün mutluluğu olsun…

Babamın İzi isimli eserinizden bir paragraf okurlarımız için paylaşabilir miyiz?

Sevdiği adamın bir sonraki gün cenazesi kalkarken kadının eşine yaktığı ağıtı paylaşayım, aynı zamanda şiir beklentisine de karşılık olsun.

Bayramda alları giyip de geleydin
İstersen yüreğimi bağrımı burguyla deleydin
Hani yarim her bayramda bizimleydin
Kara bayramı başımıza giydirdin adam

 

Türkülerin söylenir aşirette bucakta
Sevdiğin aş pişer hala yaktığın ocakta
Yetim bir oğlanla bıraktın kucakta
Yuvayı hüzne boğdurdun adam

 

Daha dün evimde direktin kurban olduğum
Yedi kurban ile araya araya bulduğum
Her gülüşünde sevgi, sevinçle dolduğum
Beni yaşamdan soğdurdun adam

 

Çok hüzünlü bir şiir gerçekten, yüreğinize sağlık… Okurlarımızla paylaşmak istediğiniz bir husus var mı?

Dönen dünyada duran insan olmasınlar…

Size ve okurlarımıza en kalbi saygılarımı, sağlık ve huzur dileklerimi sunuyorum. Bu arada Fatma Çetin Kabadayı kardeşimin 20 yıl sonra edebiyatın en tepesinde bir “KABADAYI” olacağına inancımın tam olduğunu belirtmek istiyorum.

Saygılarımı sevgilerimi sunuyorum.

 

 

-Ben de hem vakit ayırdığınız hem de böylesine güzel cümlelerle onure ettiğiniz için ve ayrıca samimi cevaplarla, yeni bilgilerle bizi aydınlattığınız için teşekkür ediyorum, yolunuz bahtınız açık olsun diyor saygılarımı sunuyorum.

 

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.