Hiciv Ustalarımız

Bir gün  Kamil Paşa masarıf nazırının yanında otururken bir kadın gelip aylığını istiyor. Nazır veremem diyor. Söz uzayıp gidiyor. Derken Kazım Paşa araya giriyor ve: “Hanım, boşuna ısrar etme. Bu ayı vermez, fakat öbür ayı verebilir mi veremez mi bilemem!” diyor

...

Paşa merhum bir gün Üsküdar'a giderken gemide önceden tanıdığı bir ermeni zenginiyle karşılaşıyor. İleri geri söylediği sözlerle paşanın canını iyice sıkan bu şımarık adam sonunda “Paşa hazretleri, Paris'ten geleli midemden pek zahmet çekiyorum, buranın yemeklerini hiç hazmedemiyorum!” diyor. Kazım paşa şımarık muhatabına: “Öyleyse dostum, sen de yemeklerin hazmolunmuşlarını ye!..” diye hakkettiği cevabı veriyor.

...

Kazım paşa bir ramazan günü Hicaza Sürre Alayı'nın başında Sürre Emini olarak görevlendiriliyor ve çok seviniyor. Ne yazık ki sevinci kısa sürüyor. Çünkü görevi kendisinden alınıp başkasına veriliyor. Bazı kimselerin, “Kazım Paşa Alevidir, bir Alevinin Sürre Eminliği yapması doğru değildir!” gibi sözleri görev değişikliğine sebep oluyor. Kazım Paşa bir süre sonra fitnelik yapan kişiin Mabeyn Müşiri olduğunu öğreniyor. Hemen odasına gidiyor. Dereden tepeden konuştuktan sonra sözü Sürre Eminliği'ne getiriyor. Sanki bu işi karıştıranın kendisi olduğunu bilmiyormuş gibi şöyle yakınıyor: “Tam hazırlıklarımı bitirmiştim ki görev benden alınmış. Biri benim Alevi olduğumu ileri sürerek Hicaza gitmemi engellemiş!” Zor durumda kalan mabeyn müşiri bir kaç defa yutkunduktan sonra: “Üzülmeyin paşa hazretleri. Demek ki Allah'ın emri böyleymiş” diye konuşunca Kazım Paşa taşı gediğine koyar: “Eyvallah. Ama merak ettiğim bir şey var, Allah bu emri yerine getirmek için kullarından acaba hangi p……gi görevlendirdi?”

Kazım Paşa seksen yaşında vefat edince Üsküdar da ki Aziz Mahmud Hüdai Dergahının haziresine defnediliyor.

...

Üstad Ferit Kam hoca Darülfünun İstanbul Üniversitesine dönüştürülünce kadro dışı bırakılıyor. Sıkıntılı günler başlıyor. Hoca Ankara radyosunda görev yapan oğlu Ruşen Ferid Kam'ın yanına gitmek istiyor. Tabiî ki bu sahip olduğu kütüphane büyük, bu kadar kitabın nakledilmesi büyük problem oluyor. Ama çare yok, götürecek. Kitaplar sandıklara yerleştiriliyor. Nakliye için dünyanın parası ödeniyor. Bütün bu işlemler devam ederken üstadın hanımı artık kendini tutamayıp, “A efendi, kırk yıldır kedi yavrusunu taşır gibi bunları o şehirden bu şehre taşıyıp duruyorsun, üniversiteden çıkarıldığına göre artık bu kitaplar işine yaramayacak!” diyor. Ferit Kam şu cevabı veriyor: “Hatun hatun, seni de pek işe yaramadığın halde kırk yıldır yanımda taşıyıp duruyorum.”

...

El-Hac Mehmet Refik Efendi, son Osmanlı Şeyhülislamlarının en değerlilerinden biri olarak kabul edilir. Kendisi Bosna'lı bir aileye mensuptur. Bosna kadısı Isparta'lı Hüseyin Efendi kendisin İstanbul'a getirdi. Hatta kızıyla evlendirip damat yaptı. Bu şeyhülislamın bir özelliği de dörtbaşı mamur fıkıh bilgini olmasıydı. Çok düşünür az konuşurmuş. Bundan dolayı Yusuf Kamil Paşa, “Efendi Hazretleri vahiy bekliyor!” diye şaka edermiş.

...

Köpekçi Hasan Baba köpeklere: “Dikkat Hizaya gir” diye bağırınca sokak köpekleri hep birden hizaya giriyorlarmış. Hasan baba çağırdığı zaman, sınır ihlal etmekte çekinen, ayrı semtle mensup köpekler bile hemen koşup yanına geliyorlarmış. Muşrutiyet devrinde yaşayan Köpekçi Hasan Baba Fatih Camisinin Karadeniz kapısında yatıp kalkıyordu. Kırk yıl beş vakit namazını Fatih Camisi İmamının arkasında kıldı. İstanbul'un ünlü meczuplarından kabul edilen bu zat, köpeklerle tam bir iletişim içindeydi. En büyük zevkleri köpeklere küfe küfe ekmek doğramaktı. İlginçtir ki bu sırada hiçbir köpek diğerinin ekmeğini kapmak için en küçük bir teşebbüste bulunmazdı. Bir gün nasıl olduysa köpeğin biri, diğerinin ağzında ki lokmayı kapmış. Bunu gören Hasan baba, kızıp köpeği cezalandırmış; “üç gün huzuruma çıkmayacaksın.” Oradan geçerken bu hadiseye şahit olan bir esnaf meraklanıp cezalı köpeğe boya vurarak işaretlemiş. Bakalım üç gün içinde hakikaten huzura çıkmayacak mı diye beklemeye başlamış. Şayanı hayrettir ki suçlu köpek tam üç gün bir ağacın dibinde yatmış, diğer köpeklerin arasına gelip bir şey yememiş. Cezası dolduktan sonra yani dördüncü gün Hasan Babanın huzuruna çıkmış, yine kısmetine kavuşmuş. Kendisi Edirnekapı mezarlığında yatmaktadır.   

...

Bir acemi hekimin eline düşüp bir türlü iyileşemeyen hastaya hekim: “Nasılsın, dün verdiğim hapı yuttun mu?” diye soruyor. Hasta: “Ben zaten senin eline düştüğüm gün hapı yuttum” diye taşı gediğine koyuyor.

...

Üçüncü Selim Kağıthane deresinde saltanat kayığıyla dolaşırken birkaç rindin sofra kurup eğlendiklerini demlendiklerini görüyor. Durumu fark eden kafadarlar, hemen işret tepesinin üzerine bir örtü örtüyorlar ve hep birden namaza duruyorlar. Muziplik yapmak isteyen padişah, önlerinden geçerken kayığı yavaşlatıyor. Adamlar eğilecek olsalar kadehlerin, sürahilerin şangırtısı duyulacak, belki de örtü açılıp her şey meydana çıkacaktı. Dolayısıyla dakikalarca ayakta durdular. Padişah kıs kıs gülüyor ve yanındakilere: “Yahu, bu namazın hiç rükusu secdesi yok mu? diye soruyor.

...

Devrin padişahı bir gün vezirine sordu: “İstanbul'da veli var mıdır?”

-“Vardır şevketlü padişahım.” Haydi beni ona götür, onu göreyim” der ve padişah ve veziriyle beraber giderler. Padişah ile veziri tebdil-i kıyafet ederek sokağa çıkarlar. Kapalıçarşı'da bir dükkana girerler. Vezir selamdan sonra kumaşlarını görmek istediklerini söyledi ve top top kumaşlar önüne indirildi. Her birini uzun uzun inceledi. Vezir bir top kumaşı işaret ederek, “Şundan bana yarım arşın kes” dedi. Dükkan sahibi memnuniyetle kesti. Vezir, bu galiba biraz az oldu, yarısı kadar daha kes dedi. Bu arzusu da yerine getirildi. Vezir başka bir top kumaşı göstererek; “Bu kestiğin kumaşları beğenmedim, sen bana şundan yarım arşın kes” dedi. Dükkan sahibi gayet sabırla o dediğini de yaptı. Sonra vezir: “Bunların hiç biri kesildikten sonra hoşuma gitmedi, almayacağım” diyerek dükkandan çıkmaya karar verince, dükkancı sükunetle “Fesüphanellah” diye gülümsedi. Padişah ve vezir dükkandan çıktılar. Padişah vezire sordu: “Şu kumaşçı gerçekten velilerden imiş. Başka bir veli daha var mı” dedi. Vezir, evet sultanım vardır, dedi ve birlikte Sultanahmette karpuz satan bir velinin sergisine giderler. Vezir karpuz yığınlarının arasına girer, rastgele karpuzları almaya, sıkmaya, ellerinin arasında sıkıştırmaya, onu bıraktıktan sonra başka bir karpuzu almaya onu da sıkıştırıp sallamaya başlar. Böylece birkaç karpuzu elledikten sonra karpuzcu hafifçe vezirin omzuna dokunur: “Bana bak efendi! dedi. Ben o kumaş satan zat değilim. Verdiğin zararı ödemezsen ensene öyle bir vururum ki neye uğradığını anlayamazsın!”

Padişah ve vezir çar-naçar kumaşçının ve karpuzcunun parasını öderler.    

                            e-mail: naimozguner81@gmail.com                     

Önceki ve Sonraki Yazılar