METRO’DA CUMA NAMAZI

“Kırk iki bin köyü, bin kasabası, altmış yedi kenti ile yuvarlak yedi yüz elli bin km’lik koskoca bir coğrafya parçasını kapsayan Türk yurdunda son derece ilkel geçim şartları içinde yaşayan on iki milyonluk bir halk oturmakta, daha bir mutlu azınlığı bile yok, daha kötüsü bölgesel yakın şehirler bile birbirine bağlı değil her yer daracık bir çerçevede kapalı bir milli pazardan, bir milli ekonomiden eser bile yok” (ATAY, 1984: 36). Cumhuriyet elitleri, Falih Rıfkı’nın eksikliğini hissettiği şeyin farkında idiler ve Ankara’nın mekânsal imarının yanı sıra yeni bir toplumsal kimliğin inşasının gerekliliğini görmekteydiler. 1927 yılında, Ankara’nın yeni devletin görkemini ve devlet – toplum algısını gösterecek şekilde tanzimini sağlamak amacı ile belediyeci  Şükrü Kaya ve Ankara Valisi Asaf Bey Berlin’e gönderilir. Görüşmeler sonunda Berlin Güzel Sanatlar Akademisi ve Mühendislik Mektebi öğretim üyesi Herman Jansen’in adı, Ankara’nın imarı ile ilgili görüşlerine başvurulacak mimar olarak öne çıkacaktır. 1928’de açılan uluslar arası yarışmayı Jansen’in Planı kazanır ve  Ankara dev bir şantiyeye dönüştürülür.

Cumhuriyet’in kurulmasıyla ülkenin birlik ve bağımsızlığını sembolist bir mekan tasavvuruyla belirleme ihtiyacı Ankara’yı şekillendirecektir. Ankara Kent Kimliği’nin “Cumhuriyet Batılılaşması” denilebilecek öğelerini, Atatürk Bulvarı üzerinde oluşturmaktadır. Jansen 1928 uluslar arası Ankara İmar Planı yarışmasıyla birinciliği kazandıktan sonra, “eski şehrin korunması” ve “yeni şehrin planlanması” şeklinde önemli bir kararı uygulamaya sokar. “Yeni Şehir”; Cumhuriyet fikrinin yeni bir Başkent oluşturma ihtiyacının en önemli göstergelerinden biridir. Jansen, Ankara’yı  Devlet Mahallesi, yabancı elçilikler ve diplomatik temsilcilikler semti, üniversiteler semti ve konut bölgeleri halinde tasnif edip ayırır. Yeni Ankara için yer açılması gerektiğinden eski şehrin dokusuna hemen hiç dokunulmaz, güney yönündeki eski evlerin çoğu ise kamulaştırılarak yıkılır.

Jansen Planı’nda Ankara’nın tarihi kale etrafında  “Eskişehir” ve “Yenişehir” diye ikiye ayrılmasının öngörülmesi ile Hükümet binaları bir alanda toplandı, ülkedeki birliğin temsili amaçlandı ve  ülkesel birlik ve bütünlüğü bu alanda “gösterildi”. Hükümet Mahallesi adı verilen bu alan, otoritenin dayandığı bağımsızlık ve birlik fikrini vurgulamaktadır. Jansen Planı’nın omurgası sayılacak bulvara, Atatürk adının verilerek otoritenin öne çıkarıldığı muhakkaktı. Bakanlıkların yer aldığı geniş alan otorite gücünün önemini vurgulayacak şekilde  görkemi öne çıkaracaktır. Binaların hantal geometrik biçimleri ve kasvetli büyüklükleri hiyerarşik önemi dile getirmektedir. Hepsi dev ölçekli projeler yüzünden arsa fiyatları yüzde 1000 ila 4000 kat artacak ama 1930 yılına gelindiğinde kamu binalarının ve bankaların tümü tamamlanacaktır. 1929 Dünya Ekonomik Buhranında Türkiye’de yatırımlar dururken Ankara’da kişi başına belediye harcamaları, 1927’de Türkiye ortalamasının 28 katı, 1931’de 23 katına çıkacaktır. ‘Modern ve Batılı bir başkent yaratma’ fikri ulus- devletin kurucu unsurlarından biri haline dönüşecektir. Ankara, Jansen planı gereği iki merkezde, yani Kızılay ve Ulus’ta oluşan iki cezbe alanı etrafında büyüyecekti. Ancak baskın olanın Cumhuriyet’in temsili değerini yansıtan Kızılay’da toplandığı açıktır. Birbirinden kopuk iki merkezin ortaya çıkması zaruri görülmüş olmalıdır.  Bu da bizi, şehirlerde birden fazla merkez bulunmasının anlamını sorgulamaya itmektedir. Birden fazla merkezin anlamı, yönetici seçkinler ile köylülükten kurtulamamış kesimler arasında belirleyici değer kazanan çoğul modernleşmenin birbirine paralel geliştirilmesi idi. Modern Ankara’nın ikinci merkezi de modernleştirici idi. Ama yüksek kültür gibi bir refleks içinde değildi. Bu tavra daha sonra yeniden geleceğiz.

1930’larda Ankara’daki politik mimari, Türk modernleşmesinin paradoksal karakterini de yansıtmaktadır. Bu dönem politik tutum, bir yandan ‘Batılı olmak’ meselesini tecessüm ettirmek,  diğer yandan da ulus devletin gücünün gösterilmesi misyonunu kendi özgün biçimi ile inşa etmek durumundaydı (BOZDOĞAN, 1998: 121-125). Cumhuriyet idaresi, modernliği mekanda inşa ederek, ruh ve algılarda tesis etmekten daha kolay sonuca ulaşacağı fikri ile  modern Türk mimarisini, Osmanlı ve İslam etkilerinden arınmış, ilerici ve modern yapıların Ankara’yı donatması misyonuyla davranmıştır (BOZDOĞAN, 1998 : 120). Bu misyonun yeni bir kültür kurma ve “eski zamana ait kültürün etkisinden korunmuş” bir alan inşa etme çabası içinde olduğu söylenebilir. “Kültür izolasyonu” ile İslam- Osmanlı dönemine dair silüetler “dışarıda” bırakılıyordu.

Eski ve yeni kenti bağlayan artere dönüşen ‘Atatürk Bulvarı’, Jansen Planının belirlediği iki güçlü ulaşım aksından birini inşa ederek bu izolasyona yarar bir mekan algısı geliştirdi. “Bulvar”, Kuzey- güney doğrultusunda Çankaya-Ulus arasında uzandı ve Cumhuriyet’in sembolü olan “Yenişehir” de Atatürk Bulvarının kenarlarında büyüdü. Doğu- batı doğrultusunda uzanan diğer aks olan Ziya Gökalp Caddesi, Siyasal Bilgiler ve Askeri Dikimevi ile bağlantılı sembolizmi taşıyan bir yola dönüştü . Bu iki ana aksın kesiştiği yerde ise Hürriyet Meydanı bulunmakta idi. Jansen planının uygulanmasıyla Atatürk Bulvarının ve ‘Yenişehir’in gelişmesi bu önemli meydanın önemini büyütmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk Bulvarı ile Ziya Gökalp Caddesinin kesiştiği ve Hürriyet Meydanı olarak anılan büyük alanda yoğun bir “Cumhuriyet kültürü” inşasına çaba harcanmıştı. Ankara Belediye Bandosu’nun Havuzbaşı’nda verdiği akşam konserleri bu kültürün göstergesidir. İlkbahar akşamları Atatürk Bulvarı’nda yürüyüş yapan elit Ankaralıların Havuzbaşı’nda vakit geçirmeleri, Cumhuriyet kültürünün aktörel kimliğine dönüşmeleri, dönemin günlük gazetelerinde haber ve fotoğrafları ile yer almaları, mekanın bir protokol sahası halinde tasavvur edildiğini göstermektedir. Bu sahanın Anadolu’da yaşayan halk değerleri ile temasının kesildiği bir “boşluk” algısı oluşturmasına özen verilmişti. Aşık Veysel’in 2 Ocak 1973 tarihli Yeni Ortam gazetesinde yayımlanan bir anısında, Cumhuriyet’in “Yenişehir”i protokol sahası halinde tasavvurunun yansımasıları okunmaktadır: “Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük. Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal- şalvar, şal- ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: ‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek yasak!’ Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı. Polis: ‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!’ diye diretti. ‘Peki girmeyelim’ dedik. Polis güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. ‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!’ diye çıkıştı.‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedik. O zaman polis, İbrahim’e: ‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!’” (ÇEKER, 2010). Bir izolasyon yapılmaktaydı.

Ancak Jansen’in 50 yıldaki 300.000 nüfusa göre planladığı kent, daha 20 yılda yani1950’ye gelindiğinde 290.000 nüfusa ulaşınca, Cumhuriyet’in ideolojik ve mekansal merkezi sayılan Kızılay’ın bu kültür izolasyonunu sürdürebilme imkanı kalmadı. Ulus’un taşrayı ağırlayan merkez olma misyonu nisbeten ortadan kalktı. 1957 tarihinde yeni bir imar planı yarışması daha açılarak, Kızılay’ın yeni bir merkez olarak ortaya çıkması kaçınılmaz oldu.  Ankara’nın “Modern- Çağdaş Kent Kimliği” nin bir göstergesi olarak mimari örneklerin sergilendiği bir arena haline getirilmesi bu tarihle başlar. 1961 Bölge Kat Nizamı Planı ile de, 1957 Planına kat artışı getirildi ve 6 kat, 8 kat, 10 kat yüksekliklere geçildi. Hem Yenişehir’de hem de Eskişehir’de (Ulus) ana caddeler üzerindeki erken cumhuriyet dönemi ve 1940- 50’lerin yapılaşmalarının yıkılıp yenilenmesine yol açan Atatürk Bulvarının kenarını devasa bloklarla perdeleyen yeni bir anlayış gelişti. Bu dönemin yani II. Ulusal Mimarlık Dönemi yapı ve apartmanlarının özellikle Kızılay çevresinde beton ve cam kaplama malzemelerle modern mimarlık örneklerine yönelik spekülatif yoğunlaşmalarla kent merkez kimliğinin de değişmesine neden olduğu ifade edilmiştir (TUNÇER, 2008).

1990’larla başlayan süreçle Kızılay’ın  artık Cumhuriyet kimliğini ifade edecek merkezi rolü kaybolmaya uğramıştır. 1990’larda konut alanlarının kent çeperine taşın­ması ve birçok ticaret ve ofis işlevinin merkezden çıkma eğilimi göstermesi, Ankara’nın artık kapitalist dönüşüme uğradığının, kent mekanlarını belirlemede kapitalin etkinleştiğinin delili sayılmalı. Ticari ve üst düzey ikamet ihtiyacının alt merkezlere ve kent çevresine doğru dağılması ile başlayan bu süreç, günümüzde AVM kültürünün Türkiye’de yaygınlaşmaya başlaması ile daha da hızlanmıştır. Bir dönemin en saygın mağazaları protokol yolu olan caddeyi terk etmekte, pasajlar boşalmak­tadır. Bugün bulvar üzerindeki işyerleri giderek küçülmekte ve niteliksizleşmektedir. Kamu kurum­ları kent dışındaki binalara taşınmakta, eskiden kent merkezinde olan hizmetler ve işlevler azalmakta, kent merkezini kullanan elitik toplumsal kesimler kent merkezinden uzaklaş­maktadır. Cumhuriyet’in kent merkezi silinmeye uğramakta, bu anlamda “merkez” olma özelliğini de kaybetmektedir. Bu biraz da bu kent merkezini trafik kavşa­ğı olma durumuna indirgeyen bir geçiş noktasına dönüştürülmesinden, küreselliğin ulus- devlet merkezlerini silikleştirecek teknolojik tasarımlarla ortaya çıkmasından kaynaklanmıştır.

Ankara metrosunun Kızılay durağında Cumhuriyet ideolojisi, teknoloji üzerinden artık küresel dünya ile buluşuyor. Buna rağmen bir merkezsizlikten bahsetmekteyiz. Cumhuriyet ideolojisi, merkezini kaybetme pahasına modernleşmeyi tamamladı. Ancak bu kez de küresel kapitalizmin Anadolu’nun bu “modern- melez” kimlikle barışık olmadığı bir olgu gelişmiş görünüyor. Asıl sahici olanın modernleşme olduğunu görüyoruz. Metro’da Cuma namazının metronun yaya kullanımına açık bütün sahasını kapatırcasına büyük kalabalıklarla kılınıyor olması, Anadolu’nun merkeze geldiğini ifade etmiyor. Çünkü sembolik değerler ve mekanın kullanımı bakımından Anadolu insanının kimliği, “gösterilebilir” ve “süreklilik arzeden” bir mekan algısına kavuşmamış oluyor. Yine çünkü, metro merkez denilen noktadan insanları hızla asıl iş ve ikamet alanlarına dağıtıp savuruyor. Yeni küresel algıda gerçek merkezin çoğullaştığını Kızılay’ın terminalleştiğini acıyla anlıyoruz. Metro’da Cuma, seyyar kilimler ve sağdan soldan tedarik edilmiş karton kutulardan bozma “seccade”ler üzerinde, yerin altında yani görünür alanın dışında eda ediliyor. Aceleci, konar- göçer, derme çatma olanı dindarlık temsil ediyor. Bunun bir kent kimliği olmadığını herkes kabul ediyor. Metronun ortasında böyle bir şey çok şaşırtıcı. Büyük bir hızı temsil eden teknolojinin yanında ansız bir durgunluğu hatırlatmakla bir paradoks, çarşının tam içinde alış- verişi kesmenin müsebbibi olmakla da büyük bir pasifizm duygusu uyandırıyor. Yine de ben, merkezi flulaştıran hatta bizleri modernleştirdikçe toplumu merkezsiz bırakan dindarlık- teknoloji ilişkisini kaygıyla izliyorum. Bu karanlık tünelden sıkılıyorum.

  • ATAY Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul Yayınları, 1984
  • BOZDOĞAN Sibel, Türk Mimari Kültüründe Modernizm: Genel Bir Bakış, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Ed. Sibel Bozdoğan&Reşat Kasaba, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998
  • ÇEKER Alper, Günümüzü Biçimlendiren Geçmişin Otoriteleri, Mostar Dergisi, sayı: 61, 2010
  • TUNÇER Mehmet, Ankara'da Kentsel Kimlik Oluşumu, Mimarlar Odası Ankara Şubesi
    “Kent Kimliği, Mekânsal-Kültürel Değişim” Dosyası , 2008 

Önceki ve Sonraki Yazılar