Ramazan KERPETEN

Ramazan KERPETEN

MIZMIZLANMA ve “MAĞDUR EDEBİYATI”

Şu anki manzara şöyle:

Hükümetin yaptığı hemen her icraatta yüksek yargı tam bir markaj ve blokaj içerisinde.

Önceden bu vazifeyi Cumhurbaşkanlığı yapardı.

Çankaya; noterlik gibi çalışır, gelen her kanun teklifini denetler ve genelde de “uygun değildir” hükmüyle geri gönderirdi. Bunu da, bir başbakanın yüzüne fırlattığı Anayasa kitapçığına dayandırarak yapardı…

Derin sistemin baş “kale”si olarak kabul edilen cumhurbaşkanlığındaki sâkin değişikliğinden sonra blokaj işi başkalarına geçti. Bir zamanların Anayasa Mahkemesi başkanının reis-i cumhurluğundaki mücadelesinden sonra bayrak yüksek yargıya geçti ki;

Son zamanlarda Başbakan “Bize kan kusturuyorlar!” demekten kendisini alamadı.

Şu son HSYK operasyonundan sonra da hükümetten yakınmalar ayyuka çıktı.

Teamüllerin ve yasaların hilafı şekilde, bir anda Erzurum’daki özel yetkili savcılar (Adalet Bakanı müsteşarının toplantıya katılmasıyla) görevden alınınca;

Adalet Bakanı çıkıp, “Bu bir yetki gaspıdır” dedi ve bir dizi şikâyetlerde bulundu.

Bülent Arınç da ertesi gün bir basın açıklaması yaparak, yüksek yargının yaptıklarından, durumundan şikâyetçi oldu…

 

BU HEP BÖYLE Mİ SÜRECEK..?

Ama bu böyle nereye kadar?

Sıfırdan kurulan AKP, Tayyip Erdoğan’a verilen hapis cezasından sonra, halkın “mağdurun yanında yer alma” güdüsüyle büyük bir oy patlaması yaptı.

Kaderin cilvesi ki, her ne zaman Erdoğan’ı ve partisini bitirmek için bir komplo yapılsa, haksızlık- hukuksuzluk olsa;

halk nezdinde bu bir reaksiyona, adeta infiale dönüşmüş ve bu da oy olarak sandıklara yansımıştı.

Bu döngünün efektif faydasına parti alışmış, kanıksamış hatta memnun gibi gözüküyor.

İyi de, nereye kadar?

Mesela kapatma davası.

İşçi Parti’sinin yöneticilerinin neredeyse tamamı “Ergenekon” gibi dünyaya ün olmuş bir silahlı örgüt üyeliği iddiasıyla cezaevlerinde… Ama yüksek yargıdan çıt yok…

CHP’nin hesaplarındaki akıl almaz usulsüzlük iddialarına karşı tam bir umarsızlık…

Fakat anayasa değişikliği teklif etti diye, iktidar partisi kapatmanın eşiğinden döndü. Ki kanımca kapatmayı düşündüler lakin şu, “halkın reaksiyonuyla daha büyük bir oy patlaması olur” endişesiyle, kapatmayıp kapatmaktan beter ettiler, façası çizip bıraktılar..

O zaman mahkeme adına kararı açıklayan Başkan Kılıç, “Değiştirin şu Siyasi Partiler Yasası’nı” çağrısı yaptıydı.

DTP’nin kapatma kararını açıklarken de aynı çağrıyı yineledi.

Hükümetten çıt yok.

Yargıtay Başsavcısı iki de bir açıklama yapıyor: “Kapatılacak partiler hisseder” ya da “Yeni dava için Habur meselesini inceliyoruz” nev’inden…

Yine bir değişiklik yok. Siyasi Partiler Yasasıyla ilgili somut hiçbir adım yok.

“Nasıl olsa, bize oy olarak geri döner her şey” kabullenmişliği ve rahatlığı mı?

Bundan sonra yapacakları belli;

AKP’yi kapatmanın yanında, partinin vizyonunu oluşturan Erdoğan başta olmak üzere, etkili isimlerine siyaset yasağı getirilecek, siyasi yapı ortada öylece bırakılacak. Kaçarı yok bunun!

Sonra,

YAŞ Kararları olsun,

HSYK’nın işleyişine dair olsun,

Basın Özgürlüğü’nün sağlanması noktasında, bazı arızalı yasaların değiştirilmesinde olsun,

Katsayı meselesinde olsun…

Yargı ve hukukla ilgili bütün meselelerde sadece halka yakınma var.

Ama halk ne için seçti ki vekilini..?


BÖYLE GİTMEZ...

Millet vekilliği, dava vekilliğine benzer, yani avukatlığa.

Vatandaş, bir meselesinin halli için avukata vekâlet verir. Davasını çözmesini ister vekilden. Vekil ise, meseleyi çözmek yerine hep yargıçlardan, savcılardan, icra müdürlerinin  kararlarından şikayetçi olup durursa, ne yapar müvekkil? O dava dosyasını alır, “ama”sız, “fakat”sız olarak meseleyi çözecek bir başka vekile teslim eder dosyasını.

Ya da, avukatlıkta başıma gelen bir olaydaki gibi;

Bir vekil sürekli olarak, “Şunu niye böyle yapmadın, niye olmadı?” derse, dosyasını müvekkiline verir ve “Çok biliyorsan, sen yap” der.

Demeyin de dedirtmeyin insanlara..

Evet, Dışişleri Bakanlığı, hususiyetle de Ahmet Davutoğlu Hoca çok çalışıyor ve uluslararası alanda büyük başarılar elde ediliyor. Bunun üzerine çok da yatmaya gelinmez. Ülkeler arası vizeler kaldırılıyor, bölgesel bir güç olunuyor, çok güzel…

Ama deryalar geçerken derede ve hatta su birikintisinde boğulmak var.

Aha da buraya yazıyorum…

Bir de halkın mağduriyet, mazlumiyet hissiyatlarının üzerine çok gitmeye gerek yok. Çünkü artık halkın bizzat kendisi mağdur olmaya başladı, bu süreç içerisinde.

Halkın da tepkisi hep aynı olmayabilir.

Durun, son bir hikâye ile bitireyim. Sözler, yerine:

Bir gün celadetli Padişah Yavuz Sultan Selim Han, raiyetindekilerle yolda giderken, bir gariban derviş görmüş. Derviş zat, dünyadan bîhaber, kavuğunu dizine geçirmiş sarığını sarıyor.

Bütün halk ayakta iken o adamın bu kalender hali Sultan’ın dikkatini celp etmiş ve dervişe:

“Hayırdır eren, ne yaparsın öyle?” demiş. O da:

“E görmüyon mu Sultanım, sarık sarıyom!” diye cevap vermiş.

Onun bu içten hâli Sultan’ın çok hoşuna gitmiş ve yanındaki adamına:

“Verin şu pir-i faniye bir kese altın” diye emretmiş.

Neyse,

Sultan yoluna devam ederken, olayları uzaktan izleyen bir başka derviş, Padişahın geçeceği yolun ilerisine koşup hemen pozisyonunu almış. O derviş gibi o da sarık sarma triplerine soyunmuş. Padişah:

“E sen n’apıyorsun?” deyince, o dervişin aynı cevabını yapıştırmış, o aymaz derviş:

“E görmüyon mu Sultanım, sarık sarıyom!”

Yavuz Selim Han’ın tepkisi çok celalli ve kesin olmuş:

“Vurun şunun kellesini!”

(18 Şubat 2010)

 

rkerpeten@gmail.com

RAMAZAN KERPETEN

Stockholm/ İsveç.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum