San'at ve Hüsna

Bize ait anlatının, tasvirin, söz söylemenin modern sanatların hedeflerinden ayrışamadığından bahsedebiliriz. Müslüman adamın maddeye dokunuşunda “estetik” bir başkalık ifadesi kalmamış görünüyor. Müslüman sanatçı, kendisini, dindarlığını vicdanî alanda inşa ettiği bir “parçalanmış benlik” üzerinden ifade ediyor. İnançlarına güçlü aidiyetler taşıdığı halde bunlar görünür âleme çıkmıyor. Oysa san’at, niteliği gereği, dış âlemi inşa etmeyi birinci derecede mesele etmesi gereken bir faaliyet. Kelime olarak da çift anlam ihtiva ediyor: Yapmak ve icat etmek. Müfredat’a göre “Her sun fiildir, fakat her fiil sun değildir” (Ragıp, Müfredat, Çıra, c: 2, 2007: 80).

Kur’an Nuh’un gemi yapmasını san’at faaliyeti şeklinde veriyor(11: 38). Öyle bir san’at ki hem öncesinde benzeri kimse tarafından bilinmiyor ve hem de o san’atın icrası ile Nuh (as) içinde yaşadığı toplumun algı biçimini değiştiriyor. Dolayısıyla Nuh’un paradigmasında san’at, kendini ideal ruh- beden formuna taşıyan bir başkalık halinde var etmeye yöneliyor. Hatırlatmak babından ekleyelim; Nuh’un gemisi buharlı gemi idi. Bu nedenle Allah “Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap- vesneî” (11: 37) diye buyurken san’atın kaynağı olarak kendini zikrediyor. San’attan bahsettiğimizde onun Allah’a aitliğinden de bahsetmek kaçınılmaz oluyor: “Bu her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın san’atıdır- sun’â lillah” (27: 88). Buna göre Nuh (as) ile yaşadığı toplum arasındaki çelişki sadece madde ile vicdan arasında kalmamakta idi. Nuh (as) madde karşısında sadece “anlatıcı” pozisyonuna düşmemişti. O’nun yapma eylemi ile toplumun yaptıkları arasında ötekilerin anlayamayacağı denli kırılmışlık vardı.

San’atın Allah’tan gelen ve tabii ki Allah’a varan icrayı ifade etmesi; sunuatın debdebe, ihtişam, cezb edicilik yönünde şekillenmesine izin vermemiştir. İnsanın san’atla kâinat içindeki hilkatine yaraşır bir temsiliyeti yansıtması istenmiştir. Bir bakıma san’at faaliyetinin kâinattaki tüm varlıklara aynı derecede “hüsn” kanaatı vermesi ve kâinatta insan eylemine dair bir onayın ortaya çıkması gerekir. Kur’an’da insan eyleminin mahlûkat nezdindeki onaylanmışlığı hakkında beyan verilmiştir. Hz. Süleyman (as) orduları ile vadiyi geçerken karıncaların ezilip telef olmaması kaygısıyla hareket etmekteydi. Bu kuvvet kullanımının dahi bir sınırda durması gerektiğini göstermektedir.

Günümüz açısından Müslüman sanatçının, sanatın sınaî kısmında kaldığı ama onun “ruhun kabını” inşa edemediğini ifade edebiliriz. Toplumu ve yaşadığı çevreyi değiştirmeyi gündeminden çıkarmış bir Müslüman “yapma” edimi karşısındayız. Bunun sonucu, edebiyat ve san’at faaliyetinin artık mühendis ideolojisi haline gelmesidir. Hz. Nuh (as)’un san’at faaliyeti de her ne kadar bir yönüyle “mühendislik” arz etse de, hareket kaynağı bu değildi. Nuh’un getirdiği bilgi, içinde yaşadığı toplumun teknokratik ideolojine ait değildi. Teknik bir dünya kurmaya yönelik ideolojiyi de temellendirmiyordu. Bu nedenle bilginin uygulanması sırasında “yapılma”sının mühendislik gibi görünen edimleri ile mevcut bilginin teknikleşmesiyle ortaya çıkan mühendisliği aynı görmemek gerekir.

Nuh’un bilgiyi yaparken uyguladığı mühendislik, içinde yaşadığı toplumun mühendislerinin yapma eylemi ile bağdaşmaz farklılık içermekte idi. Nuh’un yaşadığı toplum içinden Nuh’a bakacak olursak; Nuh, suya uzak bir beldede zamanın bilgi tasavvurunda gelişmemiş bir mühendislikle uğraşmaktadır. Gerek geminin yapılması ve gerek de geminin teknik özellikleri, olağanüstü bir mühendislik bilgisinin toplum tarafından kabullenilmesine yol açmıştı. Ancak toplum açısından iki problem vardı: 1) Bu san’at kendini Allah’a dayandırmaktaydı; 2) “Toplum mevcut estetik kaygısı içinde iflas etmiştir, yok olacaktır” demekteydi. Nuh’un sanatının başka bir özelliği vardır ki o da bu yazıda baştan beri anlattığımız şeydir: “San’at mahlûkatın sevk edildiği huy- hulk ile uyumlu olmalıdır”. Sembolist bir nazarla temaşa edersek gemi ile tufan arasındaki uyumun fevkaladeliği daha barizleşir. Nuh’un san’atı kazandı; çünkü bir tek onun teknolojisi tufanda yok olmadı.

San’at faaliyeti açısından bir başka kavram da “Hüsna” terimidir. Bilindiği gibi en güzel isimler Allah’ındır. En güzel olan da Allah’tır. Kur’an diyor ki “iyi iş yapanlara Hüsna vardır” (10 Yunus 26). Hüsna burada üç kademelidir: “Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdeh(zîyâdetun)/ Onlar için Ahsenül hüsna (Allah’a ulaşmak) ve ziyadesi (daha fazlası, Allah'ın cemalini görmek)”. Sonra da şöyle devam eder: “Onların yüzlerini bir keder kaplamaz ve bir zillet (küçük düşme, hakirlik) yoktur”. Demek ki san’atın bir utanç haline gelmemesi ya da toplumun utanç değerlerini silmemesi gerekiyor. San’at hamiyete erişmeden bir hayat inşa ve ibda edemez. Hamiyet: iyilik- hayr yapma şevki, değerleri töhmetten koruma, anlamındadır. Bu fikir san’atın bir “verme eylemi” olarak kaim (Kayyum) edildiğini kabul edecektir.

San’at, san’a/ Hüsna/ İhsan fiilidir. Gerçek san’atçı, yeni insanlar doğuran eseriyle toplumunu mühürlemiştir. San’at fahşa, bağy ve münkerden korumalıdır. Güzellik Allah’ın bizdeki tecellisidir.

 

Lütfi Bergen - Habername

luffi@habername.com

Önceki ve Sonraki Yazılar