Ulus-devletin evrimi olarak etnik bölünme

İmparatorluklar dönemini, sadece, devleti yöneten saltanat/monarşi ve o sistemin hükümranlığını elinde tutan aile ile hatırlamamız pek hakkaniyete uygun değildir. İmparatorluk dendiğinde akla ilk olarak neden “ülke”, “millet” kavramlarının gelmediğini ise ulus-devlet döneminde yeni siyasi modelin meşruiyeti için geçmişi kötüleme klişesiyle izah etmek mümkündür.

İmparatorluk sisteminde tabii ki bir ailenin ülke topraklarındaki egemenliği sözkonusudur ve milli iradeyi ahali adına o saltanat/monarşi temsil eder. Ama ulus-devlet modelinin getirdiği yenilik de (milletin seçilmiş vekillerinin milli iradeyi temsil etmesi) esas itibariyle teknik bir düzenlemeden fazlası değildir. Çünkü her iki siyasi modelde de temsiliyet özelliği yerinde durmakta, ikincisinde sadece temsilin gerçekleşmesinde farklı bir yöntem izlenmiş olmaktadır.

Ulus-devletin asıl ayırtedici özelliğini “ülke” ve “millet” tariflerinde buluyoruz.

İmparatorluğun “ülke” tarifinde belirli bir milletin veya inancın yaşadığı toprak kasdedilmediğinden, hükümdarın egemenlik alanı içinde yaşayan bütün etnik ve dinî farklılıklar o toprakların milleti sayılmıştır. Vergi öder, askerlik yapar (Müslümanların devletinde eğer bedelini ödemeyi tercih ederse askerlik de yapmaz), o toprakların savunulması için diğer etnik kesimler ve inanç gruplarıyla birlikte savaşa gider. Tarih içinde zaman zaman kıyımlar yaşanmışsa da kural olarak imparatorlukta bütün milletler, kendi kimlikleri ve cemaatleri içinde özerk varlıklarını sürdürürken yaşadıkları toprağın ahalisidirler. Ülke, saltanatı/monarşiyi elinde tutan aile ile anılır ve o topraklarda yaşayan halklar, belli bir etnik gruba veya inanca değil, o aileye bağlılık ve sadakatle yükümlüdürler.

Ulus-devletin bu tarifi tamamen değiştirerek toprak (ülke) ile millet (ve o milletin dini) arasında doğrudan ilişki kurduğunu ve bu tarif değişikliğiyle birlikte imparatorluk sisteminin çöktüğünü hatırlayalım.

Ulus-devlet sisteminde toprak, üzerinde yaşadığı varsayılan milletle özdeşleştirilerek bir tür etnik devlet türü yaratılmıştır. Almanya Almanların, Fransa Fransızların, Rusya Rusların, Türkiye de Türklerindir artık. Fakat birinci büyük savaş zamanlarında ulus-devletlerin neredeyse tamamı imparatorluktan bakiye devletler olduğu için miras alınan ülkede egemen milletten farklı milletlerin yaşaması hep sorun olmuştur. Ulus-devletin bu soruna bulduğu çözüm, o ülkedeki milletlerin tümünü bir tek (egemen) millet tanımı altında türdeş hale getirmektir. Bunu önce tanımlayarak yapmış, sonra türdeş toplum meydana getirmeyi eğitim sisteminin ideolojik amacı kabul etmiş ve bu yollarla sonuç alamadığında ise devletin şiddet tekeline başvururak yasaklamalar, baskılar ve kısıtlamalar getirmiştir. Ulus-devletin harika fikir olarak takdim ettiği temsili demokrasinin yumuşak karnı burasıdır.

“Azınlık” kavramının doğuşunu da ulus-devletin “egemen millet” tarifine borçluyuz. Daha önce o topraklarda diğer etnik gruplar ve dini kesimlerle birlikte kendi vatanında yaşayan farklı etnik grup veya dini kesim mensupları, egemen millet tarifinden sonra kendi topraklarının azınlığı olarak yeniden tanımlanmışlardır. Bu tarif değişikliğinden itibaren kendi vatanlarında yabancı, azınlık ve hatta uluslararası gerilim anlarında düşman ülkenin uzantısı ve ajanı kabul edilmişlerdir!

Ulus-devlet modelinin yolaçtığı zincirleme olumsuzlukları saymakla bitiremeyiz.

Nitekim aynı ulus-devlet modelinin yoluna devam ettiği takdirde karşımıza neler çıkarabileceğinin en yakıcı örneğini şimdilerde “Kürt sorunu” başlığı altında tecrübe ediyoruz. Suriye, İran ve Irak'ın da yaşadığı bu sorunun esas itibariyle ulus-devlet modelinin makbul bulunmasıyla kendisine meşruiyet alanı açtığını görebiliyor muyuz?

Çok milletli, çok dinli, çok kültürlü imparatorluklar döneminin kapanıp ulus-devlet evresinin açılmasından sonra kaleme alınmış BM sözleşmesi, her milletin kendi egemenlik hakkını kayda geçirmişken ve “toprak bütünlüğü”nü de yine ulus-devlet tanımı içinde yapmışken bir etnik grubun çıkıp kendisine devlet kurmak istemesine nasıl karşı çıkılabilecektir?

Sorunu yaşayan ülkenin halinden anlamanın yolu, aynı sorunu kendi içinde yaşamaktan geçiyor. Mesela Rusya'nın parçalanması ve içindeki etnik farklılıkların kendi devletlerini kurması mutlulukla karşılanırken Irak'ın ya da Türkiye'nin parçalanmasına neden tepki gösteriliyor? ABD, Kosova'da, Irak'ta, İran'da etnik farklılıkların kendi minik devletlerini kurmasına bazen açıktan, bazen örtük destek verirken kendi eyaletlerinin parçalanmasına ve yola ayrı devletler olarak devam etmesine neden karşı?

Bizim algı dünyamız açısından da ortada tam bir kafa karışıklığı vardır.

Keşmir veya Çeçen ya da Abhaz devleti kurulursa harikuladedir ama Kürt devleti kurulursa berbattır! Türkiye parçalanırsa kötüdür, ama Keşmir vesilesiyle Hindistan parçalanırsa sakıncası yoktur. Oysa İsrail, Filistin'in toprak bütünlüğü parçalanarak, Pakistan ise Hindistan'ın toprak bütünlüğü parçalanarak kuruldu.

“Kürt devleti” fikri, ulus-devlet sistemindeki evrim olarak görülmelidir. Eğer karşı çıkılacak bir şey varsa o da ulus-devlet dünya görüşüdür ve yapılması gereken, insanlık tarihindeki bu parantezin artık kapanması için entelektüel gayret göstermektir. Çok milletli, çok kültürlü, çok dinli, birlikte yaşayan, milli iradenin belirlenmesine beraber katılan, vatanlarının eşit yurttaşı halklardan oluşan yeni bir siyasi modelin düşünce tartışmasını başlatmak gerekir. Türkiye üzerinde yaşayan her türlü farklılık, küresel bir iddia sahibi olacaksa birlikte yaşamanın fikriyatını dünyaya sunmalıdır. Çünkü parçalanıp minik egemenlikler kurma fikrinin âlâsı Batıda zaten vardır. Her sorun bölgesini bütünden koparıp egemen ünite haline getirmenin çözüm olmadığı, yaşanan gerilim ve çatışmalar sonrasında yeterince anlaşılmış olmalıdır. Yeryüzü, daha çok parçalanarak değil, barış içinde bütünleşerek mutluluğa ulaşabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar