Birkaç gündür, 12 gün boyunca gerçekleştirdiğim, hayat okulu seyahatleri adını verdiğim Endülüs ve Fas anılarımı kaleme almak için zaman ve zemin bulma çabası içindeyken, üç kıymetli haber name yazarı hocamızın, babalarıyla ilgili yazılarını okuyunca, bunlar üzerine bir değerlendirme yapmayı kendime zorunlu bir vazife kabul ettim.
https://www.habername.com/yazi-anadolu-irfani-ve-babam-davut-karalinin-ardindan-14660.htm
https://www.habername.com/yazi-babam-merhum-ahmet-recai-tokac-nam-i-diger-terzi-recai-12943.htm
https://www.habername.com/yazi-babam-14604.htm
Hocalarımızın babalarıyla birlikte geçirdiği güzel günleri yaşayamayan, aldıkları dersleri alamayan, ilkokul sonrasında babasını kaybetmiş bir evladın duygularını ve hissiyatını yansıtacak olan bu değerlendirmeler tabii ki eksik ve yetersiz olacaktır.
Burada hocamın babalarıyla ilgili yazdıklarına dayanarak anne babaya vefayı, babanın ailedeki rolünü ve etkisini ve son tahlilde Müslüman ailece anne baba ve evlatların birlik beraberliğinin toplumun en küçük bireyi olan güçlü aile yapısını nasıl da tahkim edeceğine dair bazı değerlendirmeler yapmak istedim
Değerli Dostlar
Hayatın en yalın gerçeği şudur: Hepimiz bir anne ve babanın evladıyız. İnsan, hangi makamda, hangi meslek ve ilimde olursa olsun, kimliğinin temelinde babasından ve annesinden aldığı izleri taşır. Kimi zaman bu izler farkında olmadan hayatımızın her alanına siner; kimi zaman da bir ömür boyu peşimizden gelen bir öğüt, bir bakış, bir dua olarak kalır. Habername’de yayımlanan Dr. Mahmut Tokaç’ın babası merhum Ahmet Recai Tokaç’ı anlattığı yazısı, Prof. Dr. Mehmet Karalı’nın babası merhum Davut Karalı hakkında kaleme aldığı yazısı ve Haşim Akın’ın “Babam” başlıklı yazısı işte bu hakikati bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Bu iki yazıyı okurken sadece bir babanın ardından yazılmış hatıralar değil, aynı zamanda bir toplumun en küçük yapı taşı olan ailenin, ahlakın ve imanın nasıl şekillendiğine dair dersler okuyoruz. Zira aile sadece kan bağının değil, değer aktarımının da merkezidir. Baba ve anne, ilkokul mezunu da olsa, üniversite hocası da olsa, evlatlarının hayatına bıraktıkları iz, çoğu zaman en kalıcı eğitimdir.
Bu üç yazıyı okurken sadece bir babanın ardından yazılmış hatıralar değil, aynı zamanda bir toplumun en küçük yapı taşı olan ailenin, ahlakın ve imanın nasıl şekillendiğine dair dersler okuyoruz. Zira aile sadece kan bağının değil, değer aktarımının da merkezidir. Baba ve anne, ilkokul mezunu da olsa, üniversite hocası da olsa, evlatlarının hayatına bıraktıkları iz, çoğu zaman en kalıcı eğitimdir.
Babalarından Öğrenilen İrfan
Mahmut Tokaç’ın yazısında, Ünye’nin Çakmak köyünden çıkan ve “Terzi Recai” namıyla bilinen babası Ahmet Recai Tokaç’ın hayatını okuyoruz. Çocuk yaşta babasını kaybedip ailenin yükünü sırtlanan bir evladın, yıllarca terzilik yaparak sadece ailesini değil çevresini de ihya eden bir babaya dönüşmesi... Helal lokma, eğitim aşkı, Kur’an sevgisi ve tasavvufi terbiyeye bağlılık, onun hayatının ana çizgilerini oluşturmuş. O kadar ki, çocuklarına yalnızca üniversite eğitimi aldırmakla kalmamış, Kur’an öğrenmek isteyen fakir köy çocuklarının da hafızlık masraflarını karşılamış.
Mehmet Karalı ise babası Davut Karalı’yı anlatırken “Anadolu irfanı” kavramını öne çıkarıyor. Davut Karalı ilkokul mezunu, ama hayat mektebinin en seçkin talebelerinden biri. Evinde kurulan sohbet halkaları, misafirperverliği, şiire ve ilahi aşka düşkünlüğü, helal kazanç konusundaki titizliği, onun aslında bir manevi profesör olduğunu gösteriyor. Yüksek lisans ya da doktora yapmamış ama torunlarına, evlatlarına, köyün gençlerine ömür boyu sürecek bir tez bırakmış: ahlak, vefa ve kanaat.
Haşim Akın’ın babası ise, bu iki babaya benzer şekilde, akademik unvanlardan öte bir irfanın temsilcisi. Haşim Akın, babasının kendi babasından miras kalan “kıyıda, köşede kalmış bir ilmi” nasıl hayatı boyunca öğrendiğini anlatıyor. Akın’ın babası, bu ilmi yaşayarak, hal ile tebliğ ediyor. Babasının Kur’an ve Fıkıh ilimlerindeki derin bilgisi, ona sadece teorik bir eğitim değil, aynı zamanda pratik bir hayat rehberliği sunuyor. Bu durum, eğitimde diploması olmayan ama bir medreseden, bir mektepten daha fazlasını sunan bu babaların derinliğini ortaya koyuyor. "Bizim babamız, felsefe yapmadan, sosyoloji bilmeden, hikmetin, felsefenin ve sosyolojinin de bir adım ötesinde durarak hayatı ve dini bize yaşatarak öğretti" diyen Akın, bu babaların en büyük öğretmenler olduğunu vurguluyor.
Her üçi baba da akademik anlamda büyük unvanlar taşımıyorlardı. Ama oğulları, bugün doktor ve profesör olarak ilim dünyasında söz sahibi. Bu tesadüf değil. Çünkü eğitim yalnızca okul sıralarında değil, babanın namaz için kapıya sandalye koyup camiye gidişinde; misafir için son lokmasını paylaşımında; yetim hakkını gözetişinde; annesine sevgiyle bakışında başlar. İşte bu satırlarda gördüğümüz şey, yaşayarak öğretilen ahlaktır.
Evlatların Vefası ve Sorumluluğu
Anne-babalarına dair yazı kaleme almak, bir yönüyle onların şahsiyetini toplumla paylaşmak; bir yönüyle de onların emanetlerini taşımak demektir. Tokaç ve Karalı hocalarımızın yaptığı işte tam da budur. Onlar, babalarının ardından kaleme aldıkları yazılarla sadece bir anı defteri açmadılar, aynı zamanda bizlere bir sorumluluk hatırlattılar: Anne ve babamızı hayattayken memnun etmek, vefatlarından sonra da hayırla anmak.
Kur’an-ı Kerim’de “Onlara ‘öf’ bile demeyin” emri boşuna değildir. Bu emir, anne-babanın ömür boyu sürecek haklarını bize bildirir. Hayattayken onların gönlünü hoş tutmak, yaşlandıklarında yanlarında olmak, onlara sabır ve merhamet göstermek, evlat olmanın asıl sınavıdır. Vefat ettiklerinde ise dualarımızla, hayır hasenatlarımızla, onların adını hayırla anmakla görevliyiz.
Nitekim Tokaç hocamız, babasının hatmini tamamlamayı kendine bir vasiyet bildiğini anlatırken, Karalı hocamız da babasının “misafir bereketi”ni hayat boyu sürdürdüğünü aktarıyor. Haşim Akın ise babasının vefatından sonra onu, “Babam benim hocamdı. Vefatımdan sonra da hocam olmaya devam etti” diyerek anmaya devam ediyor. Bu, vefanın ölümsüz bir bağ kurduğunu gösteriyor.
Ebeveynin Farkında Olmadan Verdiği Eğitim
Bazen anne-babalar farkında olmadan evlatlarına en büyük dersleri verirler. Mesela merhum amcamız Davut Karalı’nın balığı canlı görünce yeniden dereye bırakması, evlatlarına yüz sayfa ahlak kitabından daha tesirli bir ders olmuştur. Ahmet Recai Tokaç’ın “Ben rezil olacağıma malım rezil olsun” sözü, çocuklarının zihnine kazınmış bir hayat felsefesi olmuştur.
Haşim Akın hocamızın babası ise bu dersi daha farklı bir boyuta taşıyor. Akın’ın babasının, küçük Haşim'e anlattığı ilim, felsefe ya da sosyoloji değil, bizzat yaşanmış bir İslam ahlakıydı. "Her bir sözü, bir hikmet pınarıydı" derken, babasının öğütlerinin sadece kulaktan duyulan değil, bizzat hissedilen bir eğitim olduğunu anlatıyor.
Bu örnekler bize şunu gösteriyor: Çocuklar, anne ve babalarının söylediklerinden çok, yaptıklarını görerek öğrenirler. İslam ahlakında buna “hal ile terbiye” denir. Hz. Ali’nin ifadesiyle, “Çocuklarınızı sözlerinizle değil, halinizle terbiye edin.” İşte İslam inan ve değerleriyle bezenmiş Anadolu irfanı da tam burada devreye girmekte, okul, diploma ve benzeri hiçbir şeyle elde edilemeyecek değerleri zenginlikleri kişilere aktarmaktadır. Bu yüzden kişinin ilim ve irfanı diplomasıyla ölçülmez, onun yaşantıyla ortaya çıkar. Kal’e (söz) değil Hal’e (tavır, davranış) bakılır. Esas olan kal değil Hal’dir
Müslüman Aile: Toplumun En Güçlü Kalesi
Bu üç yazının ortak vurgusu şudur: Müslüman bir aile, toplumun en sağlam kalesidir. Anne-baba sevgisi, helal lokma, misafirperverlik, ibadet aşkı, ahlaki duruş... Bunlar sadece bir evin değil, bütün bir milletin ayakta kalmasını sağlar.
Bugün aile kurumunun ciddi sarsıntılar yaşadığı bir çağdayız. Modern hayat, bireyselliği öne çıkararak aile bağlarını zayıflatıyor. Oysa İslam, aileyi toplumun en küçük ama en güçlü birimi olarak tarif eder. Baba otoritesi, anne şefkati, evlat vefası birbirine eklenmedikçe aile tamamlanmaz. Ve aile tamamlanmadıkça toplum ayakta kalamaz.
Karalı’nın babasının evinde yapılan sohbetler, misafir meclisleri, Tokaç’ın babasının dükkanında mektupların buluşması... Bunlar sadece birer hatıra değil, aslında toplumsal dokuyu diri tutan bağlardır. Çünkü aile sadece dört duvar değildir; komşulukla, akrabalıkla, mahalle ile büyüyen bir halka gibidir.
Karalı hocamızı babasının evinde yapılan sohbetler, misafir meclisleri, Tokaç hocamızın babasının dükkânında mektupların buluşması ve Akın hocamızın ifadesiyle, “Babam sadece bizim babamız değildi. O, köyün, civar köylerin, ilim ve hikmet arayan bütün gençlerin babasıydı” sözleri, bu bağların ne kadar geniş bir alana yayıldığını gösterir. Bunlar sadece birer hatıra değil, aslında toplumsal dokuyu diri tutan bağlardır. Çünkü aile sadece dört duvar değildir; komşulukla, akrabalıkla, mahalle ile büyüyen bir halka gibidir.
Bugünün Evlatlarına Düşen
O halde bize düşen nedir? Her şeyden önce, anne-babamızı hayatta iken başımızın tacı bilmek. Onların yaşlılığında yanında olmak, bir bardak suyu ikram ederken bile incitmemek. Vefat ettiklerinde mezarlarına uğramak, dualarla yad etmek, onlar adına sadaka vermek. Ama bunun da ötesinde, onların bize öğrettikleri ahlaki mirası çocuklarımıza taşımak.
Hepimiz ya anne veya babayız. Olmayanlar da bir gün anne-baba olacak. O gün geldiğinde çocuklarımız bize bakacak, bizimle ilgilenecek çocukları nasıl yetiştirmeliyiz? Onlara nasıl bir miras bırakmalıyız? Onlara bıraktığımız miras sadece mal mülk değil, ahlak ve iman olmalıdır. Çünkü babalarımız bize bunu bıraktılar.
İşte Tokaç, Karalı ve Akın hocalarımızın yazıları, bize bu zinciri hatırlatıyor: Dedenin duası, babanın ahlakı, evladın vefası...
Son söz: Vefayı Yaşatmak
Yazının başında söylediğim gibi, hepimiz bir anne ve babanın evladıyız. Onlar bize sadece hayat vermediler, aynı zamanda yol gösterdiler. Onların ardından yazılan bu yazılar, aslında birer vefa vesikasıdır.
Bugün benim gibi, Tokaç ve Karalı hocalarımız gibi, babasını kaybetmiş evlatlara düşen, onların adını yaşatmak, hatıralarını aktarmak, ahlaki miraslarını sürdürmektir. Babası hayatta olan evlatlara düşen ise, daha geç olmadan onların kıymetini bilmektir. Çünkü ne kadar büyük olursak olalım, ne kadar makam sahibi olursak olalım, içimizde hep babamızın duasına, annemizin tebessümüne muhtacız.
Tokaç hocamızın ifadesiyle “Kur’an’ı anlamadan da olsa ibadet kastıyla okuyan” bir babanın tesiri, Karalı hocamızın ifadesiyle “cahil ama irfan sahibi” Anadolu büyüklerinin tesiri ve Akın hocamızın ifadesiyle, “Sosyoloji bilmeden sosyolojiyi öğreten” bir babanın tesiri, aslında bize şunu öğretiyor: Diploma her şey değildir, irfan kalıcıdır. Ve irfan, en çok ailede öğrenilir.
Allah, bütün geçmişlerimize rahmet eylesin. Bizlere de anne-babalarımıza layık evlat, çocuklarımıza örnek anne-baba olabilmeyi nasip etsin. Âmin.