Muhammed Ali USLU

Muhammed Ali USLU

Depremler Allah’ın Merhametiyle Örtüşür mü? Ya Da Bu İlahi Bir Uyarı Mı? Yoksa Sıradan Bilimsel Bir Olay Mı?

Bismillahirrahmanirrahim

Zilzal (sarsıntı, deprem) Suresi Meali:

1- Yer o dehşetli sarsıntısıyla sarsıldığında;

2- Ve içindeki ağırlıklarını dışarı attığında;

3- Ve insan, “Buna ne oluyor!” dediğinde;

4-5- O gün yer, bütün haberlerini Rabb’inin ona vahyettiği şekilde anlatır.

6- İşte o gün insanlar yaptıkları kendilerine gösterilsin diye (bulundukları yerden) farklı gruplar halinde çıkarlar.

7- Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür.

8- Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.

Öncelikle 6 Şubat’ta Kahramanmaraş ve civarındaki on ili etkileyen son yılların en şiddetli ve yüzeye en yakın depremi vesilesiyle vefat eden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, geride kalanlara sabır ve şifalar diliyorum.

Kur’an-ı Kerim’de zilzal (sarsıntı, deprem) suresi kıyamet anında olacak olan şiddetli sarsıntıdan ve kıyametin küçük numuneleri olan yerel depremlerden bahsetmektedir.

Deprem gibi büyük afetlerde hepimiz bir şok yaşıyoruz ve ayette geçtiği gibi olayın şaşkınlığıyla “Ne oluyor? Neler oluyor? Neden oluyor?” soruları hemen aklımızı ve kalbimizi meşgul ediyor. Anlama ve anlamlandırma çabasına giriyoruz. Çünkü insan sadece fiziksel, maddi bir hayat yaşayan bir varlık değil, inanç, duygu ve düşünceleriyle yaşayan çok yönlü özel bir varlıktır.

Evet böyle afetlerden sonra insan ruhen dört aşama yaşıyor. Öncelikle korkuyoruz, bir şaşkınlık ve şok evresi yaşıyoruz. Daha sonra niye oldu diye kızıyor ve olayı anlamaya çalışıyoruz. Ve en sonunda felaketin zararlarını tamir ve tadil etmeye çalışıyoruz. Burada en önemli kısım, doğru hareket için doğru bir anlayış yapısına sahip olmamız gerektiğidir. İşte tam burada karşımıza şu sorular çıkıyor:

Kimisi Allah merhametli ise neden böyle acılara müsaade etti diyor,

Kimisi bu bize ilahi bir uyarı veya ders mi diyor,

Kimisi de sıradan bilimsel bir olay diyor.

Şimdi tüm bu sorulara beraber cevap arayacağız.

(Bu yazıda deprem ve afetlerle ilgili akla gelen 8 adet soru ve cevapları vardır. Allah’ın rahmetinin ve adaletinin nasıl tecelli ettiği ile ilgili izahlar yapılmaya çalışılmıştır. İlginizi çeken sorudan başlayabilirsiniz.)

1- İnsanın elinde olmayan deprem gibi büyük afetler, felaketler Allah’ın rahmetine sığar mı? Rahmeti sonsuz olan Rabbimiz neden insanlara hem de Müslümanlara böyle zahmet ve eziyetler gelmesine müsaade ediyor?

El Cevap: Biz bu dünyada niçin yaşadığımızı ve varlık sebebimizi unutmayalım. Bu dünya imtihan ve imkân dünyasıdır. İnsanoğlu bu dünyada cüzi iradesini kullanarak iman eder, Rabbini bütün sıfatlarıyla tanır ve insana yakışır bir hayat sürmeye çalışır. Ama her ne kadar Müslüman da olsak bazen bu iman hakikatlerini unutuyor veya uzaklaşıyoruz. Gaflete düşüyoruz. Evet deprem olsun sel olsun diğer afetler olsun insanın elinde olmayıp da Müslümanlara gelen her türlü toplumsal afet, sıkıntı ve korku ilahi bir imtihan ve bir uyarıdır. Yani daha büyük zararlara girmeden evvel, dünya ve ahiret saadetimiz için gelen bir ikazdır. Müslümanların kendi dinlerine gösterdikleri saygıyı ve bağlılığı azaltması neticesiyle gelir. Mesela bir koyun sürüsü uçurumdan düşmek üzere gidiyor, çobanları onları sevdiği için uyarmak amacıyla taş atar veya sopayla vurur ta ki uçuruma düşmesinler. Şimdi, o koyunlardan bir tanesi bu çoban bizi sevmiyor bize merhameti yok dese doğru olur mu? Kişi sevdiğini uyarır, sevdiğinden uyarır zaten. Demek ki ikaz etmek rahmete, merhamete uygundur.

2- Biz bile kendi merhametimizle üzülürken Allah’ın sonsuz rahmeti deprem gibi afetlere, acılara neden müsaade ediyor! Neden bizi böyle zorluk ve zahmetlere düşürüyor, böyle zahmet olmasa daha iyi olmaz mıydı?

El cevap: Bakınız zorluk ve zahmet her zaman kötü değildir hatta bazen gereklidir. Biz bile bir ebeveyn olarak çocuğumuzun sınavda başarılı olması için onu çalışmaya zorlamıyor muyuz?

-Bir çalışan ay sonu maaş alıp ailesini geçindirmek için çalışma zahmetine katlanmıyor mu?

-Bir çiftçi tarlasından ürün almak için onu çapalamak, ekip bakımını yapmak gibi zahmetlere girmiyor mu?

-Bir komutan savaşa gidecek askerlerini gitmeden evvel kışlada onlara zorlu eğitimler vererek onları yetiştirmiyor mu?

Örneğin bu komutan dese ki ben askerlerimi çok seviyorum ve onların eğitim zahmetine katlanmasına tahammül edemiyorum. Artık onları eğitmeyeceğim, hiçbir işe zorlamayacağım dese ve eğitimi bıraksa yarın öbür gün ilk savaşta bu askerler eğitimsizlikten hemen telef olsalar daha mı iyi olur?

Veya o askerler, komutanlarına: ya komutanım! bu eğitimlerle siz bize zahmet veriyorsunuz, bizi hiç yormayın diyebilirler mi?

Demek ki bazen zahmet, rahmete vesile olur. İşte Allah da hem adaleti hem merhameti ile sevdiği müminlere bazen zahmetler verir ki daha iyisini yapalım ve rahmete mazhar olalım. Çünkü Allah hikmeti gereği zorla ve bizim cüzi irademizi iptal ederek bize zorla hayır yaptırmaz, kendi cüzi irademizle o yolu tercih etmemizi ister, bizi buraya genelde rahmetiyle ama bazen de ders almazsak zahmetiyle teşvik ve terbiye eder. Çünkü Rabbimiz zül celali vel ikramdır. En güzel terbiye edicidir. Kaldı ki gelen musibetler hem günahlara kefaret olduğu gibi aynı zamanda sabır edersek Allah katında değerimizin artmasına ve ahiret yurdunu kazanmamıza da vesile olur inşallah.

3- Eğer deseniz ki bu afetler böyle İlahi bir uyarı, ders veya ceza oluyorsa neden kafirlere değil de Müslümanlara geliyor? Çünkü kafirlerin inkâr ve isyanları Müslümanlarınkinden çok daha fazladır...

El cevap: Kafirler zaten her an ve her saniye inkâr ve isyan içerisindedirler. Onlar bu hallerinden dolayı çok daha büyük azap ve cezalara müstahaktırlar. Onlar cezalarını ahirette daha şiddetli ve ebedi bir şekilde çekecektir. Müslümanlar ise normalde iyi ve güzel oldukları halde gaflete düşüp hata ettiklerinde, onların cezası ve uyarısı genelde bu dünyada verilir. Müslümanı tekrar iman hakikatlerine, duaya, sabır ve şükre davet eder. Hem de geçmiş günahlarına kefaret olur.

Hadis-i Şerif:

“Benim şu ümmetim, merhamet edilmiş bir ümmettir. Ona ahirette azap yoktur. Onun azabı / cezası, dünyada başına gelen fitneler / ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud, Fiten, 7; İbn Mace, Zühd; Ahmed Bin Hanbel, 1V-408.410).

Üstelik hastalık, musibet veya afetler gibi zorluklara kul sabrettikçe Allah katındaki değeri de artar. Mesela Hz.Eyüp aleyhiselam bir peygamber ve günahsız bir kul olmasına rağmen çok acılar çekmiştir. Çocuklarını kaybetmek gibi tüm malını ve hatta sağlını kaybedip yıllarca yatalak hasta olmak gibi acılar çekmiştir. Normalde hiç bir günahı da yoktur ama o büyük peygamber bunlara sabır ederek Allah katında zaten yüksek olan derecesi daha da artmıştır.

4- Eğer deseniz ki tamam bunun Müslümanlara ilahi bir rahmet ile bir ikaz olduğunu kabul edelim ama neden sadece suçlulara değil de herkese hatta masum insanlara ve çocuklara da afet geliyor.

El cevap: Başta dediğimiz gibi bu dünya boş yaşayıp boş gitme dünyası değil. İnsan için bir imtihan ve imkân dünyasıdır. İnsan cüz i iradesi ile iman eder, eğer umumi gelen musibetlerde hiçbir çocuk ve masum ölmese sadece suçlular ölse idi herkes mecburen iman etmek zorunda kalırdı. Manevi bir şuur ve irade ile iman edenler ve mecburen iman edenler bir olmuş olurdu ki bu da imtihan sırrını bozardı, imtihanın anlamı kalmazdı, Ebu Bekir’lerle Ebu Cehil’ler hep bir olurdu.

Şunu da bilmeliyiz ki Müslüman memleketlerde umumi, genel bir bozulma olursa imtihan gereği gelen uyarı ve ikaz da umumi, genel olur. Sadece her kişi için Allah’ın adaleti ayrı ayrı tecelli eder. Örneğin masumen vefat edenlerin canını Allah şehit olarak alır ve onlara sorgusuz sualsiz ebedi güzel bir hayat nasip eder. Malı giden masumların mallarının hepsini sanki Allah yolunda sadaka vermiş gibi Rabbimiz kabul eder. Böylelikle hem umumi bir uyarı ve ikaz yapılmış olur hem de aradaki masumların hakkı yenmemiş olur hatta ahirette çok daha fazla ikram ve ihsan-ı İlahi’ye mazhar olurlar.

Tabi burada bir ham sofuluk ve cahilce bir Müslümanlık ile şunu da yapmayalım, depremzede ve afetzedelere bu sizin cezanız demeyelim. Demek de doğru değilidir. Çünkü kime ceza kime rahmet olduğunu biz bilemeyiz. Bu ilahi uyarı hepimizedir! Kiminin imtihanı sabırdır, kiminin imtihanı da depremzede ve afetzede kardeşlerine saygı ve merhametle yardım etmektir. Onların maddi ve manevi zararlarını temin etmeye çalışmaktır. Burda herkesin kendine çıkaracağı bir ders vardır...

Eğer deseniz ki bir deprem kişilere göre nasıl farklı farklı anlamlar kazanır.

Bakınız aynı bir su şeker hastasına farklı etki eder, kolesterol hastasına farklı tesir eder, gence farklı yaşlıya farklı etki eder. Yine bakınız güneşin aynı ışığı gelir ama her cisim kendinde olan rengini yansıtır. Gelen aynı bir deprem de kimine ceza olur kimine uyarı olur kimine ikramı İlahi olur rahmet olur. Biz hüsn-ü zan ve dua ederiz, bu umumi afetlerden ibret almaya çalışırız.

5- Kurtulan çocuklar için Allah kurtardı diyoruz da ölenleri Allah neden kurtarmadı? Üstelik her zaman her halimize şükür mü edeceğiz?

El Cevap: Bu dünya geçici yani fani olduğu için her insan ölüyor, bir şekilde vefat ediyor. Böyle afetlerde şehit mertebesiyle vefat eden kişi de aslında ebedi bir hayatı kazandığı için o da kurtulmuştur. Yeter ki iman ile vefat etmiş olsun.

Yani az bir zahmet ile ebedi hayatı kazanan kişiye de kaybetti denilmez. Örneğin ticarette 10 lira verip 1000 lira kazanan tüccara, “ama sen 10 lira kaybettin” denilmez! Evet biz vefat eden tüm kardeşlerimize, onlardan ayrıldığımız için çok üzülüyoruz ama isyan etmiyoruz. Çünkü iman ile vefat eden ve özellikle böyle afetlerde vefat eden kardeşlerimiz şehit mertebesini kazanıyorlar. Onun için vefat edenlere kaybetti demiyoruz, önden gidenler diyoruz. Onlar vefat etti gitti, bir gün biz de gideceğiz diyoruz.

Şükür meselesine gelince evet bir mümin her hâli için hamd eder ve etmeli. Çünkü dünyada sağ kalana hâla hayatta olduğu için şükrediyoruz, vefat edip gidene de inşallah şehit mertebesiyle gitti diyerek sabır ile hamd ediyoruz.

Hadis-i Şerif: “Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Bir nimete mazhar olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir musibet gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

6- Buraya kadar meseleyi hep dini ve ahiret şuuruyla izah ettik. Halbuki bir sürü bilim adamları depremi bilimsel açıdan açıklıyor. Acaba hiç böyle manevi bir yönü yok da sadece sırası gelmiş bilimsel bir olay mı ? Biz kendimizi mi kandırıyoruz?

El Cevap: Bakınız bilim, bir olayın tüm kısımlarını ele almaz sadece belli bir kısmını sebepler çerçevesinde incelemeye çalışır ve olayın oluşundaki sıralamayı açıklar. Kalkıp da sanki bilim sınırsız ve sonsuzmuş gibi zannetmeyelim. Kendi ifadesi ile pozitif bilimler, sadece laboratuvar ortamında deney ve gözlem yapabildiği şeylerle ilgili görüş bildirebilir, olayın oluş sırasını anlatabilir. Dolaysıyla bilimin alanı sınırlıdır. Üstelik o kendi sınırlı alanında da sana bazı bilgiler vererek seni düşünmeye ve olayın arkasındaki irade ve kudreti aramaya teşvik etmelidir.

Bir misal vererek açıklamak istiyorum. Diyelim ki siz dükkanda oturuyorsunuz ve dışarıdan bir taş geldi, camı kırdı ve başınıza isabet etti başınız da kanadı. Şimdi bunu bilimsel açıdan şöyle mi açıklayacağız:

Dışarıda belli bir yükseklik ve açı ile yüksek hızda gelen taş cama isabet etti. Taşın uyguladığı basınç camın dayanım direncinden daha yüksek olduğu için taş camı kırdı. Hızı belli bir oranda yavaşladı ve taş havada seyir haline devam etmekteydi. Sonra havada gelen taş benim kafama isabet etti ve kafamda bir yara oluştu. Benim de vücudumda kan dolaşım sistemi olduğu için kafamdaki ve beynimdeki kanlar bu yaradan dışarıya doğru akmaya başladı. Dolaysıyla camı ve kafamı kıran şey taşın kendisidir. Evet bunu bilimsel olarak açıkladık, lütfen arkasında başka amaçlar aramayalım!!!

E şimdi bu bilimsel açıklama doğru mu? Yoksa Eksik mi? Bence doğru ama eksik. Şunu da demesi lazım: 1- Taşı kim attı? 2- Niye attı? Hemen araştıralım demesi lazım. Ama günümüz pozitif bilimi sadece sebeplere takılıp da işin arkasındaki irade ve kudreti görmezse veya görmek istemezse hatta reddetse bunlara bilim denmez, bilim böyle zavallıların işi değildir. Bilim inançlı ve Müslüman adamların, işin hem maddi hem manevi kısmını düşünen adamların işidir...

Başka bir misal verelim. Bir adam başka birisini tüfekle vuruyor. Sözde bilim adamları da olayı araştırmaya geliyor ve vardıkları sonuç şu: Tüfek tetiğinin çekilmesi sonucu fişekteki barut ateşlenmiş ve patlamıştır. Oluşan gaz basıncı ile fişekteki mermi bilyesi namlunun ucuna doğru saatte 160 km hız ile çıkmıştır ve namlunun karşısındaki adama isabet etmesi sonucu adam ölmüştür.

E şimdi bu açıklama bilimsel mi oldu? Yani tetiği kim çekti? Amacı neydi? Bunları açıklamadan yapılan sınırlı bir bilimsel açıklamaya bakıp olayın tümünü anladığımızı ve olayı çözdüğümüzü kim iddia edebilir? Böyle deyip olayı kapatırsak vefat eden kişinin hakkını yemiş olmaz mıyız? Böyle davranana böyle konuşana akıllı denir mi? Demek ki Allah demeden ahiret demeden bilimden bahseden adamlar bilim adamı değil, bunlar olsa olsa film adamı olur! Bunların çoğu şovmen! Biz Müslümanlar olarak bilimi de biliriz ve bilimin önü ve arkasındaki ilahi hikmetleri de düşünürüz. Bilimi putlaştırıp her şeyi açıklıyor diye zannetmeyiz! Gerçek bilim adamlığı budur. Zaten tarihte de önemli bilimsel keşiflerin hemen hemen hepsini Müslümanlar yapmış sonra gayri müslimler kendi dillerine çevirip kendileri bulmuş gibi algı yapmışlardır.

Yok fay hattı teprenmiş, yok deprem zonları harekete geçmiş, yok enerji patlaması olmuş falan. Tamam da bu dünya sahipsiz değil ki, kim yapıyor bunları kim irade ediyor bunu da anlat ey sözde bilim adamı! Bir kere Allah de sonra izah et, olayın oluş sıralamasını öyle anlat. Kaldı ki dünya zaten kendi çevresinde saate 1600 km, güneşin çevresinde saatte 107bin km hız ile hareket ediyor. Bu hızlarda hareket eden bir dünyanın dengede durması değil her an sallanıp durmadan depremler olması gerekirdi! Bu muhteşem denge ve düzeni kim kurdu hiç bahsetmiyorsun, ama her şeyi de anlayıp çözdüğünü iddia ediyorsun. Hayır! Biz bu olayın hem bilimsel yönünü biliriz, yani oluş sıralamasını biliriz hem de ilahi bir ikaz ve uyarı olduğunu bilir ibret alırız. Bakın dikkat ediniz ki bu sözde bilimsel izahlar eksik ve yetersiz olup insanların ibret almasına da mâni oluyor! İnsanların dine ve maneviyata yönelmesine engel oluyor! Bilim ne zaman önce Allah derse o zaman gerçek bir bilim olur, ilim olur.

7- Peki madem bilim yapmıyor sadece bir kısmını izah ediyor. Bazı teknolojilerle depremin hangi gün nerede olacağını önceden söyleyenler var. Acaba bunlar yüksek teknoloji ile depremi kendileri yapıyor olamaz mı?

El Cevap: Nasıl ki hava durumu tahminleri yapılıyor. Bunlar yağmuru kendileri yağdırmıyorlar. Sadece oluşmuş ve sebepleri görünmüş bir yağmur bulutunu tespit edince artık onun ne zaman nerede yağacağını tahmin ediyorlar.

Deprem teknolojisi de böyledir. Depremi insanlar yapmıyorlar, sadece oluşmuş ve gelmekte olan depremi önceden tespit edip ne zaman nerede olacağını tahmin ediyorlar. Sonra bazıları sanki kendileri bilmiş hatta kendileri depremi yaratmış gibi havalara girebilirler. İnsanları korkutmaya çalışıyorlar. Oysa ayette buyrulduğu gibi biz sadece Allah'dan korkar ve sadece Allah’a tevekkül ederiz.

“Sadece benden korkun.” (Bakara sûresi, 40.ayet)

“(Gerçekten) mü'minler iseniz, o hâlde ancak Allah'a tevekkül edin!” (Maide suresi, 23.ayet)

“Îman tevhîdi (Allah u Teâlâ’yı bir olarak kabûl etmeyi), tevhid teslîmi, teslim tevekkülü (Allah’a güvenerek işin sonunu O’na bırakmayı), tevekkül saâdet-i dâreyni iktizâ eder (iki cihan saâdetini gerektirir). Fakat yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı (sebebleri) bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbâbı, dest-i kudretin (Allah u Teâlâ’nın kudretinin) perdesi bilip riâyet ederek esbâba teşebbüs ise, bir nevi‘ duâ-yı fiilî telakkī ederek, müsebbebâtı (sebeble meydana gelenleri) yalnız Cenâb-ı Hakk’tan istemek ve netîceleri ondan bilmek ve O’na minnetdâr olmaktan ibârettir.” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 23. Söz, 104)

Burada kader ve cüz i irade yani gayret ve tevekkül anlayışını doğru anlamalıyız. Kul imtihanda olduğu için kendisinin maddi manevi sorumluluk alanları vardır ve cüz i iradesi ile bunları yerine getirmelidir. Kul kendi sorumluluğunu yaptıktan ve cüz i iradesini kullandıktan sonra artık kader diyebilir ve gönül rızasıyla tevekkül edebilir, bakalım hayırlısı neyse o olsun diyebilir. Yoksa vazifesini yapmayanın tevekkül etmeye ve kader demeye hakkı yoktur. Şöyle atasözlerimiz vardır:

-Tedbir bizden Takdir Rabbimizden.

-Gayret bizden, Tevfik Rabbimizden.

-Cüz i irade bizden Külli irade Rabbimizden.

-Sefer bizden, zafer Rabbimizden.

8- Olay madem manevi yönü olan bir olay. Biz dini değil de psikolojik açıdan olaya bakalım. Sonuçta psikoloji de bir nevi maneviyat sayılır.

El Cevap: Hayır! Psikoloji demek direk maneviyat demek değildir. Psikoloji dedikleri şey insanların benlik anlayışları, kalp, ruh ve zihin dünyalarıdır. Bu kavramların hiçbirisi rastgele ve sahipsiz bir dünyada yaşadığını varsayarak tedavi edilemez. Bir bağ yani iman bağı ile sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah’a bağlanmak, ona kul olduğumuzu kabul etmek gerekiyor. Yoksa bu dünyada sahipsiz, kimsesiz yaşadığını zanneden bir psikoloji kimi tedavi edebilir?

Dolayısıyla gerçek psikolojinin dini ve manevi bir yönü olmalıdır. Fakat bazıları pozitif bilimin açıklayamadığı yerlerde insanların dine meyletmemesi için öne sürdükleri bazı telkin ve terapi yöntemlerine psikoloji demektedir. Halbuki Allah demeden ahiret demeden gerçek bir telkin ve tedavi olması mümkün değildir. Mesela annesi babası ölmüş bir çocuğu Allah demeden ahiret demeden nasıl terapi edeceksiniz? İstediğiniz kadar oyunlar oynatın, yanında durun, telkinlerde bulunun. O çocuk bir süre acısını unutabilir ama yine başını yastığa koyduğu zaman kendi kendine sormayacak mı? Annem nerede, babam nerede, onlara ne oldu? Halbuki dini bir anlayış ve iman hakikatleri ile manevi danışmanlık şeklindeki gerçek bir psikoloji için şöyle bir telkin ve tedavi alabilir:

“Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünkü her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında (zihninde) ve ileride uzun arzuları taşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz (dayanıksız) ruhunda öyle bir tesir yapar ki hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azap ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerine, bir sevinç ve genişlik hissederek der:

“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve validem öldü fakat rahmet-i İlahiyeye gitti, yine beni cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim.” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir. (Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, 8.mesele)

Yani psikoloji ilmi iman hakikatlerinden beslenmeli ve psikolog Müslüman ve dindar olmalı. Yoksa Allah ve ahiret inancı olmadan ölüm gerçeğini nasıl anlatabilirsiniz? Ölüm eğer bir yokluk ve hiçlik ise hayatın bir anlamı da kalmaz! Gidenler boşu boşuna gitmiş demiş olursunuz! Şimdi bu yukarıda verdiğim örnekteki telkin ve manevi tedavi nerede, çocuğu geçici oyunlarla oyalayıp aklındaki soruları cevaplamadan oyalamak nerede! Biri hakikatle yüzleştirip gerçek ve tesirli bir manevi tedavi uyguluyor ve hakiki merhameti gösteriyor, diğeri ise hakikate gözünü kapatıp sahte oyunlarla geçiştirmeye çalışıyor, unutturmaya çalışıyor. Ahirete iman olmazsa böyle büyük acılar çeken insanlar acılarını unutmak için ya sarhoşçasına hiçibirşeyi düşünmemeye çalışacak veya acısını yenmek için zalimcesine umarsamaz olacak. Halbuki Allah’a ve ahirete iman ile bir insan her sıkıntının üstesinden gelebilir. İyi ki ahiret var, iyi ki mahşer var, iyi ki cennet var! Elhamdulillah, der...

Netice i kelam: Tüm bu hakikatleri konuştuktan sonra şunu sorabilirsiniz. Böyle afetlerde hem uyarı hem ders hem ikram ve merhamet yönü var. Kimin için hangisi olduğunu nereden bileceğiz?

Buna bir latife ile cevap vermek istiyorum. Bir gün bir üniversitede kinaye ve ima yoluyla konuşma alanında bir bölüm açılmış. O bölüm başkanlığına da bir bayanı atamışlar ama ondan başka ne bir hoca ne de talebe yok. Gazeteciler sormuşlar: Efendim bu bölümde sadece siz varsınız diğer hocalar ve talebeler görünmüyor, onlar kimlerdir? O kadın da demiş ki: onlar kendilerini bilirler :) (Yani yine açık söylememiş, kinaye ve ima yoluyla anlatmış).

Böyle umumi afet ve depremlerde de biz genel olarak bunun birçok yönü olduğunu biliriz ama kimin için uyarı kimin için bir ders kimin için ikram ve merhamet olduğunu bilemeyiz. Çünkü biz kuluz, bize dua etmek düşer, hiçbir kardeşimiz hakkında sui zan edemeyiz, hüsnü zan ederiz. Lakin herkes de kendi kusurlarını görüp bir ders çıkarabilir. Herkes kendi hâlini bilir...

Hadis-i Şerif: “İman, iki kısımdır. Yarısı sabır, yarısı da şükürdür.” (Suyutî, El-Camiu’s Sagîr, s. 186, H. No: 3106)

Hz. Ali: “Hayat iki gündür! Bir gün lehine, bir gün de aleyhinedir. Gün lehine olduğunda şımarma, aleyhine olduğunda da Allah’a isyan etme!

Rabbim bizi sabreden sâbır, zikreden zâkir, şükreden şâkir kullarından eylesin.

Amin. Allaha emanet olun, dua ile kalın...

M.Ali USLU / 10 Şubat 2023

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum