Ferhan Sude İnce
Gönüllerin Şehri Mevlana Şehrinde İçsel Bir Yolculuk
Cuma günü saat 16.00’da yolculuk duamızı okuyarak Konya’ya doğru yola çıktık. Daha ilk andan itibaren gönüllerimizi aydınlatan sohbetler eşlik etti bize. Önce birbirimizi tanıdık, sonra Necmi hocamız Ashab-ı Kehf kıssasını anlattı. Putperest bir hükümdarın zulmünden kaçıp mağaraya sığınan o imanlı gençlerin hikâyesi, yolun sessizliğinde kalplerimize işlendi. Onlara yolda katılan çoban ve köpeği Kıtmir’in sadakati, rivayetlere göre mağaranın önünde sabırla bekleyişi, Allah’ın onları korumak için güneşi yönlendirmesi ve sağa sola çevirtmesi… En çok da üç yüz yıl uykudan uyandıklarında ilk sordukları ‘namaz geçti mi?’ sözü ruhumuzu derinden sarstı. Zamanın akışı, dünya nimetleri ve korkular bir yana; Allah’ın huzurunda aslında en mühim olan ibadetin sadeliği ve samimiyetiydi. Hayatın hızına kendimi kaptırırken bu kısmı çok atladığımı fark ettim. Bu kıssa, daha şehre varmadan Konya yolculuğumuza bir manevi anlam yükledi. Yolculuk esnasında duyduğum ve gönlümde iz bırakan bir söz de Şems-i Tebrizi’ye aitti: ‘Gönül âyinesin sûfî, eğer kılar isen sâfî, açılır sana bir kapı, ayân olur Cemâlullah…’ Bu beyit, bir hikâyenin içinde anlatıldığında kalbime daha da işledi. O günden beri, ne kadar farklı ilahi dinlesem de dilimde sürekli bu sözleri tekrar eder buluyorum kendimi.
Gece 03.30’da Konya’ya vardığımızda ise, bizi Mevlâna’nın şehre kattığı o derin renk ve huzur karşıladı. Sanki gecenin sessizliği, Mevlâna’nın çağrısıyla birleşip kalplerimizi dinginliğe davet ediyordu. Misafirperverlikle kapılarını açan kız kursuna yerleşip dinlenmeye çekildik. Sabah namazı ve işrak vaktinin ardından gönlümüzü huzurla doldurmuş olarak yeni bir güne hazırlandık.
Ertesi sabah bizi, konukseverlikleri ve güler yüzleriyle Çiftçi ailesi kahvaltıda ağırladı. Sofrada çeşit çeşit lezzetler vardı; her lokması sadece damakta değil, gönülde de bir iz bırakıyordu. Tanışmamız kısa sürse de, birbirinden kıymetli insanlarla bir araya gelmek bana yeni ufuklar kazandırdı.
Kahvaltının ardından ilk durağımız Tavus Baba Türbesi oldu. Türbenin taş duvarları ve çevresindeki sessizlik, insana yalnızca huzur değil, kalbin kendi sesini daha berrak duyabilme imkânı da sunuyordu. Rivayetlere göre Hazreti Mevlâna, Tavus Baba’dan ney dinlemişti. Bir gün, evinden yükselen ney sesi kesilince kontrol için gidilmiş, odasında bir yığın tavus kuşu tüyü bulunmuştu. Kendisinden bir daha haber alınamayınca, tüyler aynı yere gömülmüş ve türbe inşa edilmişti. Bu sebeple isminin ‘Tavus Baba’ olduğu söylenir.
Türbede yatan zatın kim olduğu yüzyıllardır tartışma konusu… Bazı rivayetlerde Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın daveti üzerine Hindistan’dan gelen Şeyh Tavus Mehmet’ten söz edilir. Bazı anlatılarda ise Hindistan’dan gelen bir kadın dervişin, Mevlâna ile manevi bağ kurduğu, vefatının ardından rebabı ve tavus tüyleriyle birlikte gömüldüğü söylenir. Bektaşi geleneğinde ‘Tavus Baba’, bazı Mevlevî kaynaklarında ise ‘Tavus Ana’ olarak anılması bu gizemi daha da artırıyor.
Tavus Baba’nın aslında bir kadın evliya olabileceğini ilk kez duymuştum ve bu bilgi beni çok şaşırttı. Konya’ya birçok kez gitmiş olmama rağmen burayı ilk kez ziyaret edişim, kalbimde ayrı bir iz bıraktı. Hem manevi derinliği hem de çevresel güzelliğiyle burası, gönlümü bambaşka bir dinginliğe sürükledi.
Kahvaltının ardından yolumuz Alâeddin Tepesi’ne düştü. Konya’nın kalbinde yükselen bu tepe, yalnızca şehrin değil, aynı zamanda tarih ve maneviyatın da merkezlerinden biri. Kısa bir yemek molasından sonra Alâeddin Camii’ye doğru ilerledik. İçeri girdiğimizde, ahşap mihrabın ve minberin üzerindeki turkuaz işlemeler gönlümü ferahlattı.
Konya’nın en eski ve en büyük camisinde, adeta Selçuklu’nun ruhu hâlâ nefes alıyordu. Bu ulu mabed, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’da, Alâeddin Tepesi’nin kuzeyine inşa edilmişti. Caminin avlusunda II. Kılıçarslan ve I. İzzeddin Keykavus’un yaptırdığı türbeler yükseliyordu. II. Kılıçarslan’ın türbesi, kendisinden sonraki yedi sultanın daha kabriyle birlikte adeta bir Selçuklu yadigârıydı. Yanında ise I. İzzeddin Keykavus’un yaptırmaya başladığı fakat tamamlanamayan yarım bir türbe bulunuyordu.
Selçuklu Sultanları’nın medfun olduğu bu mekânda, halk arasında üç peygamberin de yattığına dair rivayetler anlatılır. Bu inanç, tepeye adım atan her gönülde ayrı bir huşu uyandırır. Üzücü olan ise, bu kadim tarihin hakkıyla korunamaması… Yüzyıllık hatıraların üzerine gölge düşüren çirkin bir kulenin yükselmesi, maneviyatla yoğrulmuş bu manzaraya yara gibi saplanıyordu. Tarihin ihtişamını seyretmek isterken gözümüze takılan bu beton yığını, bize zamanın sadece geçmişi değil, bugünü de imtihan ettiğini anlatıyordu.
Bir sonraki durağımız Darü’l-Mülk Sergi Sarayı oldu. Uzun soluklu ve titiz çalışmalar sonucunda DNA kodları kullanılarak Selçuklu hanedanından on iki ismin birebir kopyaları hazırlanmıştı. Kemik yapıları, yüz hatları ve vücut oranları incelenmiş; geçmişteki minyatürler ve tasvirler de dikkate alınarak yüzde 95’e varan bir gerçeklikle yeniden canlandırılmıştı. Üzerlerindeki kumaşlar bile öylesine giydirilmemişti, çalışmalarda bulunan tasvirler ve kumaşlar incelenip Bursa’da neredeyse bire bir aynısı olacak şekilde dikilmişti. Sergi salonunda, yalnızca balmumundan heykeller değil, asırlardan süzülüp gelen bir tarih nefes alıyordu. Yüzyıllar öncesinde yaşamış sultanlar, vezirler ve korumalar, sanki dünyadan ayrılmamış da uzun bir suskunluğa çekilmiş gibiydiler.
En çok etkileyen detaylardan biri, yüz hatlarının ardındaki yaşam öykülerinin adeta o hatlarda okunabiliyor oluşuydu. Burada tasvir edilen simaların, ölümden hemen önceki hâllerini yansıttığı söylendiğinde içim ürperdi. Bir zamanlar Anadolu’nun ekonomisini güçlendiren kudretli hükümdar I. Alâeddin Keykubat’ın, kendi öz oğlu tarafından siyanürle zehirlenerek hayatını kaybetmiş olması; II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in şiddetli migren ağrılarını dindirmek için alkol kullanması ve bu alışkanlığın bağımlılığa dönüşerek ölümüne sebep olması… Tüm bunlar, tarihin yalnızca zaferlerle değil, hüzün ve trajedilerle de yazıldığını derinden hissettirdi bana. Sultanların çoğunda görülen eklem rahatsızlıkları gibi her bir ayrıntı bir zamanlar kudretli tahtlarda oturanların da tüm ihtişama rağmen acıya, hastalığa ve faniliğe ne kadar yakın olduğunu hatırlatıyordu.
Mevlâna’ya doğru ilerlerken, yolumuz Karatay Medresesi’nin önünden geçti. İçeri giremesek de rehberimiz bu köklü ilim yuvasını bize kısaca anlattı.
Medresenin görkemli taç kapısının üzerindeki kitabe, Tevbe Sûresi’nin 120. ayetinin son bölümüyle başlıyordu. Giriş kapısının çevresinde ise toplam 37 küçük hücrecik içinde 26 Hadis-i Şerif yer almaktaydı ve kısa olmasına rağmen çok şey anlatıyordu. Bunlardan bazıları yaptığım araştırmalarla şu şekildeydi:
‘Birlikte olmak rahmettir.’
‘Dinin temeli nasihattır.’
‘Kur’an-ı Kerim devadır.’
Her biri, insanın kalbine işleyen bir öğüt, hayatı anlamlandıran bir pusula gibiydi. Aslında bu taş duvarlar, yalnızca ilim değil, aynı zamanda hikmet ve ahlakı da barındırıyor; talebeler burada yalnızca bilgi değil, bir yaşam felsefesi de öğreniyorlardı. Teknolojinin çok geliştiği bu çağda her şey elimizin altında olmasına rağmen birçok şeyden mahrum kaldığımı tekrar hissettirdi.
Biraz daha ilerlediğimizde karşımıza Mecma’ül-Bahreyn Anıtı çıktı. Rivayete göre Şems ile Mevlâna’nın burada karşılaştıkları, gönüllerin birleştiği bu mekân ‘iki denizin birleşmesi’ anlamına gelen adıyla anılıyor. Bu buluşmanın burada gerçekleştiğine inanılması, derin bir mana yüklüyordu. İki ruhun hakikat yolunda birleşmesini düşündüm. Buradan ayrıldıktan sonra, kırk yıl hatırı kalması için bir kahve molası verdik. Girdiğimiz mekân da tarihi dokusuyla dikkat çekiyordu; raflarında sıralanmış eski kitaplar, adeta bize sessizce geçmişten haber veriyordu. Bir yudum kahve, sadece yorgunluğumuzu almıyor; sohbetimizi, hatıramızı ve yolculuğumuzu da derinleştiriyordu.
İkindi namazımızı Sultan Selim Camii’nde eda ettikten sonra, Mevlâna ziyaretimize yöneldik. Zira Konya demek, Mevlâna demektir… Selçuklu toprakları o dönem ‘Rum diyarı’ olarak bilindiği için Hz. Mevlâna’ya ‘Rûmî’ nisbesi verilmiştir. Hz. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin dergâhı ve türbesi, yalnızca bir ziyaretgâh değil, aynı zamanda kalplerin birleştiği, ruhların dinginleştiği bir yerdi.
Şems-i Tebrizi’ye doğru giderken Konya’nın son Daru’l Kurra’sı bizi karşıladı. Kur’an öğreniminin, hafız mekteplerinin ve kıraat tâliminin yapıldığı bu medreselerden Osmanlı döneminde şehirde on bir tane bulunurken, günümüze yalnızca biri ulaşabilmişti. Şuan burada Hafızlık dersleri verilmekteydi. Karşısında Şeyh Şerafeddin Camii yer almaktaydı. Ayrıca, tasavvufun önemli isimlerinden Şeyh Ebu’l Vefa Hazretleri’nin de Konyalı olduğunu öğrenmek, bu yolculuğun bana kattığı kıymetli bilgilerden biriydi. Her bir adımda, bu şehrin taşlarına, medreselerine ve türbelerine sinmiş olan manevi mirası daha derinden hissettim.
Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi’ne ulaştığımızda, Mevlâna’nın manevi yolculuğunun en sırdaşıyla yüz yüze gelmenin heyecanını hissettik. Burası yalnızca bir türbe değil; aşkın, hakikatin ve dostluğun sembolüydü. Sandukanın içinin boş olup olmadığı ya da Şems’in gerçekten burada yatıp yatmadığı kesin olarak bilinmese de, ya makamı ya da ruhu bu türbede olduğu düşünülüyor. Ayrıca, Niğde’deki Kesikbaş Türbesi de Şems’e atfedilmekteydi. Türbenin altında veya bahçesinde yer alan kuyuya dair anlatılan iki farklı hikâye, mekâna ayrı bir gizem ve derinlik katıyordu. Her adımda, zamanın ötesine uzanan bir sır ve manevi bir bağın varlığını hissetmek mümkündü.
Kapı Camii, asıl adı İhyaiyye olan bu cami, Konya surlarından kalan taşlar kullanılarak inşa edilmiş ve halk arasında Telli Camii olarak da anılmıştır; Konya Kalesi’nin Atpazarı Kapısı ile Telli Kapısı arasında yer alması sebebiyle bu şekilde adlandırılır. 1867 yılında çıkan bir yangında, çevresindeki vakıf dükkânlarıyla birlikte tamamen yanmış ve ertesi yıl, 1868’de tekrar inşa edilmiş; ancak özgün hâli tamamen kaybolmuştur. Halk arasında, Hızır Aleyhisselâm’ın da bu camide namaz kıldığına inanılır. Bu yüzden midir bilinmez Konya halkı özellikle esnaf kesimi Camii’yi boş bırakmamaya özen gösterir.
Abdülaziz Camii’ne vardığımızda, her gördüğümde yaşadığım o heyecanı yeniden yaşadım, minaresinin güzelliğinden gözümü alamadım bir süre. Şehrin barok üslupta inşa edilmiş tek camisi olduğu anlatıldı. Daha önce burada, halk arasında ‘Yüksek Cami’ diye bilinen ve çevresindeki dükkânlarla birlikte yanan bir cami bulunmaktaydı. Sonrasında, Sultan Abdülaziz ve annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın katkılarıyla, 1872’de başlanıp 1876’da tamamlanan bu cami yükselmiş ve adını da dönemin padişahından almıştı. Rehberimizin anlattığına göre caminin mihrabında bulunan örtü, Kâbe örtüsünden getirilmişti. Bu bilgi, mekâna duyduğum manevi hürmeti daha da artırdı. Caminin içine girdiğimde pencerelerden süzülen ışık ve yüksek kubbenin ferahlığı ruhuma bambaşka bir huzur verdi.
Konya’nın manevî önemine dair en dikkat çekici rivayetlerden biri, buranın ‘belde-i muhayyere’ oluşudur. Yani, Efendimiz’e (s.a.v) hicret için teklif edilen üç şehirden biri olduğuna inanılır. Cenab-ı Hak, ‘Habibim, hangi şehri istersin: Medine mi, Şam mı, Konya mı?’ diye buyurduğunda, Peygamber Efendimiz (s.a.v), fakirlerin çokluğundan dolayı Medine’yi seçmiştir. Bir başka rivayette ise, ‘Şu üç yerin hangisine inersen, orası senin hicret yerindir: Medine, Bahreyn, Kın Nesreyn (Konya)’ şeklinde vahiy buyurulduğu aktarılmaktadır. Bu anlatılar, Konya’nın tarih boyunca yalnızca bir şehir değil, maneviyatı yüksek bir mekan olduğunu hatırlatmaktadır.
Akşam, İYM’de gönlümüze dokunan bir sohbetin ardından tasavvuf musikisi dinletisiyle ruhumuz başka bir âleme taşındı. Sohbetin derinliğinde kendi sorularımı işittim. Mesnevi’nin ilk on sekiz beytinin, Mesnevi’nin kalbi kabul edilmesi ve bu yüzden Mevlevîlikte 18 rakamının özel bir yere sahip olduğundan bahsedildi. Sohbetin ilerleyişi, şu an okumakta olduğum kitabın satırlarıyla neredeyse birebir örtüştüğünden, dikkatimi daha da cezbetti. “Aslında yaşarken hep kendimize bir dildaş ararız” ifadesi bana Mevlâna’nın şu sözlerini hatırlattı: “Yürümediğin yolun seyyahı olamazsın, içinde boğulmadığın deniz hakkında konuşamazsın, ıssızlığında kaybolmadığın çölü kimseye anlatamazsın. Anlatsan bile kimseye inandıramazsın.”
Aynı zamanda, çoğu kez hayata neden geldiğimizi unuttuğumuzdan, heybemizi fazlalıklarla doldurup asıl gayeyi kaçırdığımızdan söz edildi. Arada durup, o heybeyi boşaltmamız gerektiği hatırlatıldı. Ünvan, şan, şöhret peşinde koşarken asıl maksadı unutmamamız için Mevlâna şöyle seslenir: “Herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol. Menzilin yokluk olsun. Çömlekten farkın olmasın; onu sağlam tutan şekli değil, içindeki boşluk ve hiçliktir.”
Bu öğütler, Mevlâna’nın yalnızca bir şair ya da mutasavvıf değil, hakikate giden yolda rehberliğin en derin halini sunduğunu bir kez daha gösterdi. Sohbetin ardından anladım ki, Mesnevi okumak sadece bir kitap okumak değildir; ufku genişletmek, hakikati daha berrak görmek için bir yolculuğa çıkmaktır. Ve o akşam, bu yolculuğa niyet ettim.
Ertesi sabah, namaz ve işrak sonrası yine İYM’de toplandık; sıcak bir çorbanın bereketiyle güne başladık. Hocamızın sohbeti, ardından yapılan ödül töreni ve İstanbul gezisi sırasında yazılmış bir şiirin ruhumu mest etmesiyle günümüz renklendi. Daha sonra, üç peygamberin medfun olduğuna inanılan Asmalı Hatip Sultan Camii’ni ziyaret etme fırsatımız oldu.
Sonraki gün, ekibin geri kalanından ayrı düşmüş olsam da, İstanbul dönüş yolunda Hayrettin-i Tokadî Hazretleri’ni ziyaret etmek bana da nasip oldu. Buranın maneviyatı ile tabiî güzelliği adeta iç içe geçmişti. Mescidin yeşilliklere bakan kısmı erkeklere ayrılmış olsa da, namaz sonrası gönül gözümle o manzaraya şahit olmak tarifsiz bir huzurdu.
.
Bu yolculuktan ve dinlediklerimden öğrendiğim en kıymetli ders şuydu: Bazen bir yeri ziyaret etmekten çok o yerde kendi iç âlemini gezmektir. Şehirler sadece taşlardan, yollardan ve yapılardan ibaret değil; onların ruhu, insanın ruhuyla birleşince anlam buluyor. Mevlâna’nın dediği gibi, “yürümediğin yolun seyyahı olamazsın.” Bu yol bana, en çok da kendi içimde yürüyecek yollar olduğunu hatırlattı. Belki de asıl olan taşlarda türbelerde saklı olanlarda değil de içimizdeki huzura ve kalpteki hakikate varmak çabasıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.