Nurhan Bahçe GENÇ

Nurhan Bahçe GENÇ

KALBİMİZ ACIYOR

“Gittikçe artıyor yalnızlığımız

Gökyüzünün başka rengi de varmış!

Geç farkettim taşın sert olduğunu

Su insanı boğar, ateş yakarmış.” Cahit Sıtkı Tarancı böyle söylemiş, otuz beş yaş şiirinde.

Bizim oralarda ‘yaşa ki göresin’ diye hayret verici ya da beklenmedik şeyler olunca sık kullandığmız bir terim var. İnsan nutku tutulup sözlere daralıp, keiimelere küsünce bu cümleyle ifade eder kızgınlığını, kırgınliğinı.

Dünyanın başına gelenler yüzyıllardır değişmeden, iyileşmeden bir çok yarayı geleceğe taşıyor hep. Halbuki insanoğlu ümit dünyası diye, bir çabanın içinden geçiyor. Ruhunu merhamet veya adalet kavramlarıyle tanıştırmış her insanın çığlığı oluyor yalnızlık.

Yalnızlık genellikle çaresizlikle birlikte kullanılır. Aslında çaresizlikte acziyet, yalnızlıkta biraz daha tercih edilebilirlik var. Tercih edilmiş yalnızlık insanı çokta beklenti içine sokmuyor. Yalnızlığın hiç biri tercih edilmemeli de...

Çağ mı, zaman mı, günümüz mü demeliyim?

Herbir terim sanki ayaklanıp karşıma dikilecek ve benden hesap soracakmış hissine kapılıyorum. Nasıl ifade etmeliyim, beni- bizi aciz bırakan ne?

Sanki kelimeler itiraz edecekmiş ve bizim arkamıza sığınmayın, ey insanlar ve müslümanlar, neden kör baktınız kitabınıza, diyecek korkusuyla irkiliyorum.

Neden içinde bulunduğumuz hali anlatmaya zorlanıyorum?

Daha dün dünyanın her anı bana çok zevk veriyordu. Bugün ümitlerimi alıp götüren ne?

Merhametsizliğin ve bencilliğin insan ruhunu esir almasından beri, ilietişimsiz ve mutsuzuz. Birebir ilişkilerimiz yaralanalı, insanlık daha da enfeksiyonlu bir maraza teslim oluyor. İnsanlık nefes alamıyor. İletişim ve ulaşım kolaylaştı ve daha mutlu olmadık. Evlerimiz, eşyalarımız, işlerimiz, okuma oranımız, her şeyi bilme hastalığımız arttıkça, dünya sadecebize aitmiş gibi hastalıklı davranışlarımız zulme dönüşüyor.

Bütün bir dünyanın kan revan gözleri, insanoğlunun ne kadar vahşi olabildiğine yine insanı, varlığı ve yaratıcıyı şahit ediyor. Ağzımızın tadı, kalbimizin hasadı olmuyor. İnsanı anlayamıyoruz.

Aklıma üşüşen bir çok ayeti kerimeden Tin suresinin ayetleri takılıyor dilime. Belki hali pür melalime delil ve tercüman olur diye. Daralan göğsüme, biten kelimelerime, hiç durmaksızın yangınlardaki, yüreğime, akan gözyaşlarıma bir teselli arıyorum;

“İncire ve zeytine

Sina dağına

Bu emin beldeye yemin olsun ki

Biz insanı en mükemmel surette yarattık,

sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.

Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır.

Bütün bunlardan sonra ey insan, senin mahşere ve hesaba inanmana hangi engel kalabilir?

Allah hakimler hakimi değil mi?”

O kadar açık ve net. İnsan bu işte. Hem göğe çıkar hem yerin dibine inebilir. Yöneldiği, meylettiği tarafa bağlı.

Çocukluğumdan beri bir sloganla büyüdüm. “Hak geldi batıl zail oldu.” Öyle çok bekledik ki, hak, adalet, sevgi, güven insan olmanın en bariz sıfatları gelsin, kimse mazlum, kimse ezik, kimse aciz bırakılmasın.

Fakat ömrüm; ileriye doğru yol alırken, hak ve hakikati aramakla- bulmak, kaybetmek arasında giden bir koşturmanın cümle insanlığı yorgun düşürdüğüne şahitlik etmek zorunda kaldı ve sanırım ki bütün insanlığın en onulmaz yaralarına da.

‘Mazluma kimliği sorulmaz’ cümlesine o kadar inanmıştım ki, yıllarca aynamın üstünde durdu bu cümle. İnsan olmak yetmez miydi, elinden tutmak acısını paylaşmak, yarasına ilaç, çaresizliğe çare olmak için?

Ama ne oluyor? İnsan nerde, insanlık ne demek?

İnsan aklıyla böylesine acımasız ve hoyratça oynamak yanlarına kar kalacak zannedenlerin defterlerinin dürüleceği güne güvenmek çok kadercilik mi olur?

Yüce kitabımız bizi her an uyarıp dururken, düşman göğe bile demirden kubbe yaparken, biz hazır ve huzurperestliğin kör eden aldatıcılığının ziyasına aldandık. ‘su(asker) uyur, düşman uyumazmış’ meğer.

Şimdi deli koyunlar gibi nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı bilemeden, medet umduğumuz bütün kapıların yüzümüze kapanmasının verdiği acziyetin narına yanıyoruz. Şimdi ellerimiz yanlarımıza düşmüş, suçlu çocuklar gibi, dilsiz, halsiz düşmanımızdan medet bekliyoruz. Şimdi, dünyanın kulaklarını tıkadığı sınırsız bir acının bizi haşince silkelemesinin darbelerine maruz, seyrediyoruz sadece.

Ne Filistin, ne Gazze, ne Doğu Türkistan ne de yeryüzünün herhangi bir yerindeki canlı; zahmet ve hasret dolu bir hayatı yaşamak için gelmedi dünyaya. Ve dahi bu sistem de bir zerre kadar bizim de dahlimiz var ise Rabbimiz yakamızdan tutacak mutlak.

Tez vakitte çocuklarımız ve geleceğimiz için, kavli duadan,fiili duaya geçmenin vaktidir. Bütün azalarımızla hayret ve hayranlıkla izlediğimiz Gazze’li çocukların davasını üstlenecek, dert edinecek ve onların bırakıldığı yalnızlığa düçar olmamak için elimizden ne geliyorsa ardımıza koymadan yapmalıyız. Dünyayı da ahireti de okumalıyız.

Son sözü Sezai Karakoç’a bırakayım;

“Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır.

Yanmışsam, külümden yapılan bir hisar vardır,

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır...”

Zaferi bekliyoruz, en acilinden.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum