Muhazafakâr iktidar alaşımına Filistin kimyası damlayınca

“Özgür Gazze” kampanyasının İsrail saldırısına uğramasıyla yaşanan kanlı netice ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun, “Türkiye'nin 11 Eylül'ü” kabul ederek meseleyi devlelerarası sorun haline getirmesiyle ortaya çıkan siyasi durum tüm kesimleri bir karar vermeye zorladı. Bu kesimlerden Gülen Hareketi ve başka bazı muhafazakârlar, kimi liberaller, İsrail lobisi ve CHP içindeki radikal (fundamentalist) laik/pozitivist aydınlanmacılar aynı fikrin manyetizması etrafında pervane olabildiler. Öteki tarafta ise “Özgür Gazze”nin kımıldattığı sokaklar/kitleler, -gönüllü mü gönülsüz mü olduğu pek anlaşılamasa da- Erdoğan, İslamcılar ve muhafazakâr iktidara muhalif devrimci İslami çevreler kaldı.

Adalet ve özgürlük hissiyatının, Merkez'in (“ortadoğu” demeyi bırakmanın zamanı geldi!), dolayısıyla da dünyanın anahtar meselesi ve bütün sorunların kalbi olan Filistin davasının hatırına ikinci gruba dahil olduğunu görüyoruz.

Filistin kimyası damladığında muhafazakâr iktidar alaşımında yaşanan ayrışma ve iktidarı oluşturan bileşenlerin zıt köşelere kaçışması mevcut iktidar dokusunun stratejik olmaktan çok taktik anlamlar etrafında ürediğini kanıtlıyor. Böyle durumlarda Başbakan Erdoğan'ın saray içindeki dinamikler yerine sokakları seçtiğini çok kere tecrübe ettik. Erdoğan'ın kusuru, sokaklardan gelen sahici anlam ve değerin entelektüel derinliğinden imdat alarak istikrarlı ve sarsılmaz bir meşruiyet temin etmeyi değil de, toplumsal sunaminin yolaçtığı dalgalanmanın popüler işlevini karşıtlarının hücumlarına karşı kalkan olarak kullanmayı tercih etmesidir.

“Özgür Gazze” kampanyasının bölgesel alt sistemde yarattığı sarsıcı etki kadar Türkiye'nin iç dengesinde meydana getirdiği yeni dağılma, kutuplaşma ve yeni muhtemel ittifakları da dikkatle izlemek yerinde olabilir. Çünkü bölgesel dengeler sistemindeki yeni nizam seçenekleri ile Türkiye içindeki denge tansiyonu eşzamanlı ilerliyor. Bölgesel dinamiklerdeki yer değiştirmelerin doğrudan etkisini vakit geçmeksizin Türkiye'deki iç gerilimin oyuncuları arasında bulabiliyoruz. Fethullah Gülen'in Akdeniz'de İsrail'in “Özgür Gazze” filosuna yaptığı kanlı baskına dair yorumu ve bu yorumun Türkiye'deki İsrail muhibbi ya da Erdoğan muhalifi kimi çevrelerce referans kabul edilmesi bölgesel alt sistemdeki dağılma ve kutuplaşmanın Türkiye'ye yansımaları bahsinde ele alınmazsa pek anlamlı tahlillere ulaşılamaz.

Kuşkusuz Türkiye'de muhafazakâr iktidar yapısı ve gücünün sürdürdüğü adaletsiz gelir dağılımı, haksızlık, eşitsizlik, sömürü, hak ve özgürlüklerde kabz hali, değişim diye halkın değil yabancıların beklentisinin karşılanması gibi başlıklar en temel sorun listesi olarak yerli yerinde duruyor ve ne iktidar, ne de onun sivil toplumu bu durumun değişmesi için parmağını kımıldatmıyor. Adalet ve özgürlük hissiyatının ve hassasiyetinin, uğruna mücadele vermeye değer bulduğu bütün haksızlıklar; uygunsuzluk, liyakatsizlik ve zaafiyetler; eziyet, baskı, zulüm, tekebbür, riyakârlık, tahakküm, tasaddi ve tasallut da egemenliğin ve egemenlerin genetik kodu olmaya devam ediyor. İslamcılar ile adalet ve özgürlük hassasiyetini birbirinden ayıran belirleyici vasıf da bu sayılsa yeridir: İslamcılar, dipdiri varlığını sürdüren haksızlıkları  bilegöre iktidarla iş, ilişki, işbirliği ve entegrasyon modellerinden herhangi biriyle birlikte olabiliyor ve bunun uğruna eleştirilerinin hedefini ve adresini bulanıklaştırabiliyor. Ama adalet ve özgürlük hassasiyeti ne pahasına olursa olsun haksızlıkları dile getirmeyi hakkaniyete sadakatin icabı görüyor ve muhtelif durumlara göre vaziyet belirlemeyi birbirinden başarıyla ayırabiliyor.

Eleştirel basiretle bakabilme kabiliyetidir ki muhafazakâr iktidarın taraf olduğu içteki politik hesaplaşmaların kargaşasını lif lif çözümleyip bunların dışarıdan içeriye sarkan uzantılarını köküne kadar takip edebilir. Değilse, yapılabileceklerin en iyisi, popüler dalganın sıradan bir katmanı olarak, yükselen hararetin kendinden geçirici cazibesiyle mestolmak ve günü birlik heyecanla uzak ufuklu siyasi emellerden bağışık kalamamak olacaktır. İslami kesimlerin ve muhafazakârların, topyekün, nasıl olup da haksız ve adaletsiz bir düzenin iliştirilmiş nesnesi haline gelebildiğini merak ediyorsak iktidar nimetlerinden aksırana tıksırana kadar yararlanma mukabilinde mecburen ve gönüllü olarak eleştirel, sorgulayıcı ve şüpheci davranmaktan vazgeçtiklerini hatırlamalıyız. Hal böyle olunca, iktidar nimetleriyle teması kaybetme tehlikesine dair kuvvetli kanaat sahibi oldukları an iktidar alaşımından ayrışacak ve yırtıcıdan kaçan ceylan ürkekliğiyle iktidar bileşenleri havzasından uzaklaşacaklardır. Erdoğan'ın Gazze konusunda gösterdiği tutum sonrasında tam da bunun yaşandığını ibret, merak ve ilgiyle izliyoruz.

Washington, Tel Aviv, Kahire, Cidde, Amman güzergahında ve tezgahında örülen çorabın İsrail sorununa farklı bakmak isteyen herkesin başına geçirilmek istendiği bir anda önce 2006 Lübnan savaşında Hizbullah'ın İsrail'e ağır bir hezimet tattırması, bunun ardından da 2009'da Gazze savaşında HAMAS'ın İsrail güçlerini psikiyatrik destek alacak hale getirmesi Cebel Amil, Şam, Tahran savunma kalkanının kurşun geçirmez stratejik alaşımına nüfuz edilemeyeceğini kanıtladı. Washington, Tel Aviv, Kahire, Riyad, Amman güzergahında seyir halindeki Türkiye'nin kafası karışık politikalarının, en azından Cebel Amil, Şam, Tahran savunma kalkanına yönelik saldırganlıktan derin istikrarsızlık türeyeceğini kavramış olarak tansiyonu düşürmeyi pergelin sabit ucu yaptığını değerlendirebiliriz. Yoksa bir yandan Lübnan iç geriliminde Washington-Tel Aviv menfaatine göre vaziyet ayarı yapan el-Müstakbel cephesi ile ahenkli bir gelecek aranırken, öte yandan Şam-Tahran stratejik savunma cephesi ile yakın ilişki nasıl mümkün kılınabilirdi ki? Ankara, hem Şam'la hadsiz hudutsuz temas, hem Tahran'la yüksek ticari ve siyasi işbirlikleri, ama aynı zamanda hem Washington-Tel Aviv ailesiyle yakın hısımlık, hem de Riyad-Amman-Hariri cenahıyla işbilir bir grup nasıl oluşturabilirdi?

Hem Filistin'in tek meşru ve seçilmiş temsilcisi HAMAS hükümetiyle, hem de Washington-Tel Aviv-Riyad-Kahire kaynaklı atanmış darbe hükümeti olan Fetih'le aynı anda makul ilişkiden sözedilebilir miydi? Üstelik HAMAS'ın Filistin ülkesinin birlik ve bütünlüğünü sağlamaya çalıştığı bir sırada Fetih dış kaynaklı bir darbeyle ülkeyi Batı Şeria ve Gazze olarak ikiye bölmüşken.

Bu karmaşa arasında Erdoğan hükümetinin yalpalayarak ilerlemeye çalıştığı yolu tesviye eden birinci gelişme, 2009 sonunda Lübnan'da Hizbullah'ın koşulları doğrultusunda Hariri'nin başbakanlığında milli birlik hükümeti kurulması ve Lübnan iç geriliminin dinmesi oldu. İkinci gelişme Şam'la ulus-devlet sınırlarını belirsizleştirecek çok sayıda işbirliğine adım atılması ve Tahran'la nükleer program ekseninde hızla gelişen ilişkiler kurulmasıydı. Bu kritik gelişmeler karşısında Riyad, Kahire ve Amman'ın sahneyi terkedip seyirci arasında izleyici haline gelmesindeki gönüllülüğün de Türkiye'nin işini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Geriye sadece Tel Aviv'le gereksiz yüksek seviyeli ilişki düzeni ve Gazze sorunu kalmıştı ki burada da “Özgür Gazze” kampanyasına İsrail'in kanlı saldırısı meselenin doğallıkla ve kendiliğinden çözüm yoluna girmesine vesile oldu.

Gelişmelerin hızı, sarsıcı radikalliği ve taşıdığı ağırlık karşısında bazı iktidar bileşenlerinin, ya uyum sağlama zorluğu çektiklerinden ya da yaşanan tasfiye ve süzülme süreci sonunda Tel Aviv'in bütünüyle yapayalnız kalması sebebiyle ardına gizlenebilecekleri bir sütre ve manevra yapabilecekleri bir hacim kalmadığından olsa gerek kalabalığa karışacakları yeni bir ortama ve sığınağa duydukları ihtiyaca binaen iktidarla aralarına fren mesafesi bırakmak istediklerine tanık olduk. Mezkur ihtiyacı Washington-Tel Aviv ailesiyle fikrî hısımlık olarak tercüme edenlerin haklı olup olmadıklarını bilmiyoruz, ama her halükarda, Washington'dan Beyrut'a kadar uzanan hiza artık bozulduğuna ve bir karar verip kendine yer seçme aşamasına gelindiğine göre yeni vaziyet planında yerlerinin Erdoğan'ın tutum ve tavrı olmadığını yeterince açıklıkla söylemiş oluyorlar. Kimbilir belki Erdoğan da onlar gibi düşünüyordur ve uygun bir fırsatta onların bulunduğu sokağa sapacaktır, fakat şimdilik bu bilinmediğinden ve zâhirden anlaşıldığı kadarıyla Tel Aviv'i Merkez'in asli değişkeni olmaktan çıkaracak adımlar, iktidar bileşenleri arasındaki kimi öğelerin hoşnut kaldıkları bir tercih değildir. Eğer Erdoğan bu politikada inançlı ve kararlı olacaksa bundan böyle yolun kalan kısmını onunla birlikte yürümeye istekli değillerdir. Bir daha geri dönmemecesine iktidardan uzağa düşme ihtimali bulunmasına rağmen bu konuda gözlerini karartmaları, Erdoğan'ın yürüdüğü yolun çıkmaz olduğuna ilişkin belli merkezlerden kulaklarına fısıldanan hassas uyarıdan kaynaklanıyor olmalıdır. En şaşırtıcı gerçek ise bu zamana kadar ima yoluyla da olsa İsrail'in, 1997'de 28 Şubat darbecileriyle yaptığı işbirliğine gönderme yaparak Erbakan hükümetinin düşüşünü Erdoğan'a emsal gösteren Gülen Hareketi'nin, bugün aynı varsayımla Erdoğan hükümetinin ömrünün bittiğine inanarak, hızla yol alan iktidar treninden atlamaya teşebbüs etmesidir. Ergenekon soruşturmasının demokrasiyi derinleştirmek için kutsal dava olduğunu bu kadar çok söyledikten sonra, olan bitenin politik karşılaşmalardan ibaret sayılmaktan öte anlam taşımadığı hükmünü hakedecek böyle bir girişim kuşkusuz Erdoğan'ın elini güçlendirecektir. Bu koşullarda ktidarın başı sıfatıyla herşeyin sorumlusunun Erdoğan olduğunu ne kadar tekrarlarlarsa tekrarlasınlar Ergenekon geriliminin perde gerisindeki sorumluluları yakıştırmasından kurtulmaları o kadar kolay olmayacaktır. Erdoğan'ın bu yöndeki algıya örtük veya açık destek vereceğini kestirmek de çok güç değildir.

Gazze meselesi iktidar alaşımında hiç beklenmedik kaçışmalar, ayrışmalar, kutuplaşmalar ve yeni ittifaklar yaratmaya aday gözükmektedir. Umulur ki doğacak yeni durum Gazze'nin özgürleşmesine, Filistin'de İsrail vesayetinin kalkmasına, Filistin'in yeniden bütünleşmesine, Merkez'in yabancı dayatmalardan azade kendi imkan, birikim ve dinamikleriyle iç istikrarını ve adaletli nizamını inşa etmesine vesile olur. Ve yine umulur ki, Türkiye, bölgesinde gerçekleşecek yeni nizamdan doğrudan etkilenir ve iç dengelerinde eski Türkiye'den eser kalmayacak boyutta yeni fırsatlara korkusuzca yelken açar.

Önceki ve Sonraki Yazılar