Ferhan Sude İnce

Ferhan Sude İnce

ÜÇ GÜN, BİR ÖMÜRLÜK HATIRA:

İMANLA YOĞURULAN TOPRAKLAR, VATANLA ÇARPAN YÜREKLERLE ŞEHİTLERİMİZİN İZİNDE

Sabahın erken saatlerinde başlayan yolculuğumuzun ilk durağı, Gelibolu Gazi Süleyman Paşa Camii oldu. Büyük Cami olarak da bilinen bu mekânda hayatımda ilk kez Cuma namazı kılma fırsatı buldum. Bu, benim için çok kıymetli ve manevi değeri yüksek bir anıydı. Cuma hutbesinde hilafet alameti olarak kılıçla minbere çıkılması ise hafızamdan silinmeyecek bir görüntüydü.

Gelibolu yarımadasına takılı kaldı düşüncelerim. Burası sadece bir kara parçası değil, her santimi kanla, gözyaşıyla ve dualarla yoğrulmuş bir destanın mekânıydı. Çanakkale Şehitleri’ni anmak için çıktığımız bu yolculuk, basit bir gezi değildi. Bu, geçmişe, imanla örülmüş bir direnişe, vatan sevgisinin en saf hâline yapılan bir kalp yolculuğuydu. Araçtan her indiğimizde ayaklarım yere daha temkinli basıyordu; çünkü biliyordum ki altında yatan binlerce şehit vardı.

Bir sonraki durağımız program için hazırlanan Azebler Namazgâhıydı. Burada giriş üstündeki ayet çok etkileyiciydi. “Allah bütün kapıları açandır” yazıyordu. Çanakkale boğazını ve eşsiz manzarası ile çok güzel bir yerdi ve daha önce açık havada namaz kılınan bir yer olduğunu bilmiyordum. Osmanlı Devleti ve ülkemiz sınırları içerisinde en eski namazgâhmış ve Azebler olarak bilinen bekâr donanma erleri sefere çıkmadan önce burada namaz kılıp dua edermiş. O an gözümün önüne genç Mehmetçikler geldi; belki daha 18’inde, belki köyünden ilk kez ayrılmış… Ellerini semaya kaldırmış, gözlerinde hem korku hem de iman ışığı… Ve belki de birkaç saat sonra şehadet şerbetini içeceğini bilerek “Âmin” diyen dudaklar…

Namazgâhın yakınında, bayraklarla dolu bir yer dikkatimi çekti: Bayraklı Baba Türbesi. Asıl adı Karacabey olan bu kahraman, bayraktarlık yaparmış. Rivayete göre, düşmana bayrağı vermemek için onu küçük parçalara bölerek yutar. Kısa süre sonra savaş Türk askerlerinin lehine döner ve Bizanslılardan kurtarılır. Ancak komutanlar bayrağı sorunca Karacabey, “Yuttum” der; kimse inanmaz. O da midesini keserek bayrağı çıkarır. Vasiyeti şudur: “Beni buraya gömün ve üzerimi bayraksız bırakmayın.” O günden beri buraya gelen herkes, bir Türk bayrağı asar.

Bir sonraki durağımıza giderken 1915 Çanakkale Köprüsü’nü selamladık. Bu köprüde Seyit Onbaşı’nın sırtında taşıdığı top mermisini sembolize eden 4 kulenin tepelerine monte edilmiş ve her biri 75 ton ağırlığında ve 20.5 metre yüksekliğindeymiş bu bilgi beni çok heyecanlandırdı. Daha sonra siperlik tabyaları ziyaret ettik. Seyit Onbaşı ve Niğdeli Ali heykelini gördük. Bir Niğdeli olarak Niğdeli Ali hikâyesini eksik bilmek beni biraz üzdü. Niğdeli Ali yani Ali Çolak, ilk savaş tecrübesini 1912 yılında Balkan Harbi’nde edinir. Balkan Harbi sonrası Niğde’ye döner ve evlenir. Fakat bu kez 1.Dünya Savaşı patlak verir ve Çanakkale Cephesine çağırılır. Ali cepheye ulaşmak için trenle Balıkesir’e gider fakat Balıkesir’den Çanakkale’ye herhangi bir vasıta bulamaz ve Balıkesir’den Çanakkale’ye kadar yürür. İman gücü ve vatan sevgisine bakar mısınız? Mecidiye Bataryasında görevlendirilir diğer birlikler yok olmuştur. Bunu üzerine İngilizler burayı hedef alır ve tahrip gücü yüksek mermi ile bataryayı vurur. Batarya komutanı hemen bölgeye gelir ve yaralı ve sağ askerleri ağlayarak ararken imdat feryatlarına doğru gider ve Niğdeli Ali’yi kurtarır. Niğdeli Ali de ayağa kalktıktan sonra yaralı arkadaşlarını kontrol ederken ayağına bir ayak takılır. Bu kişiyi toprak altından çıkarırlar ve toprak altından çıkan ikinci kişi Seyit Onbaşı’dır. Ellerinde kalan son mermi ile gemiye isabet aldırırlar.

Hilal-i Ahmer Hastanesi’nde gördüklerim ise gözlerimi yaşarttı. Savaşta yalnızca askerler değil, bebekler ve çocuklar da yaralanmıştı. Bu manzara, savaşın insafsızlığını ve ahlaksızlığını bir kez daha gösterdi. O an, Gazze’de şuan yaşanan zulüm aklıma geldi, bundan 100 yıl önce en azından belli bir düşmana karşı yapılan savaşın sonuçlarının ağırlığını günümüzde yutkunarak hatırlasak da Dünya son hızıyla gelişirken nice mazlumun soykırıma maruz kalması içimi parçaladı.

Çocukluğumdan beri görmek istediğim Şehitler Abidesi’ne ulaştığımızda, vakit darlığı nedeniyle mezar taşlarını tek tek okuyamasam da girişteki dizeler yüreğime kazındı:

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın.

Tarihe sığmayacak kahramanların toplu mezarlarda yatması, çoğunun mezarının bile bilinmemesi yüreğimi burktu. Şehitler Abidesi Camii’nde ikindi namazımızı eda ettik. Bir hadis-i şerifte, şehitlerin Allah’tan dünyaya dönüp bir kez daha şehit olmayı istedikleri rivayet edilir. “Allah’ım, bize de böyle bir iman ve nasip ver” diye dua ettim.

Çanakkale’nin kan ve barut kokan o günlerinde, yaralı bir düşman askeri, siperler arasında inlerken Mehmetçik, kendi canını tehlikeye atarak ona ulaştı. Su verip yarasını sardı, hatta sırtında taşıyarak siperine kadar götürdü. O an savaş durmuştu; ne tüfek sesi vardı, ne de top gürültüsü… Sadece insanlığın sessiz ve derin bir nefesi vardı. Bu hikâye bana şunu düşündürdü: Mehmetçik, yalnızca vatanını koruyan bir asker değil; düşmanına bile merhamet gösterecek kadar yüce bir vicdanın temsilcisiydi. İşte bu yüzden, Çanakkale sadece bir savaş değil; insanlık onurunun destanıdır.

2003 yılında meçhul şehit Türk askerinin başının büyükelçiliğe teslim edilmesi üzerine defnedilmiş ve buraya bir anıt yapılmış. İsimleri belki bilinmese de, onların fedakârlıkları ve hatıraları sonsuza dek yaşayacak. Bu hikâye beni derinden sarstı; düşmanın acımasızlığı ve kötülüğü karşısında onların uğruna can verdiği vatan toprağına karşı sorumluluğumuzun ne kadar ağır olduğunu bir kez daha hatırladım. Bugün aldığımız her nefes, orada verilen son nefeslerin bedelidir.

Azepler Namazgâhı’na vardığımızda gökyüzü hâlâ loştu. Ufukta, geceden kalma yıldızlar titrek ışıklarını yakmaya devam ediyordu. Bir grup hâlinde saf tuttuk. Sabah namazının tekbirleri, sanki gökyüzüne yükselip Çanakkale’nin rüzgârına karışıyordu. Namazdan sonra İşrak vaktine kadar Kur’an tilaveti yapıldı; her bir ayet, yüreğimize hem huzur hem de derin bir hüzün serpiyordu. Sanki o an, yanımızda görünmeyen bir saf daha vardı; omuz omuza vermiş, vaktiyle bu toprakları canıyla savunmuş yiğitler…

Fatih Camii, imamının anlatımına göre; Sultan II. Mehmet’in fetih sonrası inşa ettirdiği kalelerde çalışan işçilerin namaz vakitlerinde ibadetlerini aksatmaması için gösterdiği hassasiyeti sonucu inşa edilmiş. Kalenin inşasında görev alan ustalar ve işçiler, abdest ve namazsız kaleye taş koymasın diye Fatih Sultan Mehmet, bir cami yapılmasını emretti. Bize kalan ders ise açıktı: Müslüman, işini yaparken de, hayatının merkezinde Rabbine kulluğu tutmakla mükelleftir.

Konferansta anlatılanlar ruhumda derin izler bıraktı. Nuri Yamut Şehitliği’nin Nuri Yamut tarafından toplu gömülen askerler için iki evini satarak yaptırılması boğazımı düğümledi. Rumeli Mecidiye Tabyası’nda 276 kiloluk mermiyi sırtlayarak topa yerleştiren ve düşman zırhlısının batmasına vesile olan yiğidin, savaş sonrasında unutulması… Yıllar sonra bir tören için hatırlanıp davet edildiğinde, üniforması bile olmadığı halde gelmesi… Kahramanlıkları milletin gönlünde silinmez bir yer edinse de, ona gösterilmesi gereken vefa eksik kalmıştı.

İnsanların farklı yollarla İslam’la tanışmaları, iman yolculuğumda yeni bir kapı araladı. “Başkalarının hidayetine nasıl vesile olabilirim? Kendi imanımı ne kadar diri tutabiliyorum? Sorumluluklarımı gerçekten yerine getiriyor muyum?” soruları zihnimde yankılandı. Bazı teslimiyet hikâyeleri, Müslümanlığın gerektirdiği yükümlülükler karşısında kendi hâlimi sorgulamama sebep oldu. Bu iç muhasebe, bana imanımı sürekli beslemem gerektiğini hatırlattı. Bu vesileyle, emeği geçen herkesten Allah razı olsun.

Gelibolu’dan ayrılırken, aklımda savaşın acı gerçekleri, gönlümde ise tarifsiz bir minnet duygusu vardı. O gün anladım ki, bu vatan sadece taş ve topraktan ibaret değil; her karışı, can verenlerin duasıyla, kanıyla yoğrulmuş bir emanettir. Ve biz, bu emanete layık olmak için yaşamımız boyunca çalışmak faydalı olmak zorundayız. Sahipsiz vatanın batması kaçınılmazdır; ancak biz sahip çıkarsak, bu vatan asla batmayacaktır.

Ferhan Sude İNCE - İstanbul

​​​​​​Diyetisyen/ Beykent Üniversitesi 2025 Mezuniyet

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
8 Yorum