
Nurhan Bahçe GENÇ
ŞİKAYET NEYİ DEĞİŞTİRİR?
Her anı problem olan bir dünyada yaşamak kaldı bize. Şükürsüz, fikirsiz, zikirsiz bir dünya.
Dünya bütün rezilliği ve ağırlığıyla üstümüze geliyor. Aslında kurtulmak isterken batıyoruz, çabaladığımızı sanırken, otomatik düşüncelerimiz tarafından yönetildiğimizi fark edemiyoruz. Değişimin, dönüşümün, hikmetin, irfanın, terennüm bile edilmediği, iyi olmanın ve iyi kalmanın enayilik olarak görüldüğü bu zaman; ahir zaman.
Ne zaman ki, sürekli memnuniyetsizlik gösterip, olumsuz bir tavırla şikayet eden birini görsem, yanından yavaşça kalkıp giderim. Çok rahatsız eder beni, her şeyden bizar olmak, ağlamak, yüz dökmek. İnsanı karanlık bir dehlize çeker sanki.
Bir konferansta dinlediğim şu güzel söz beni uzun süre ayakta tutmuştu. “Yahu, söylenmeyin, söyleyin”
Gerçeklik terapisinin işlendiği davranış psikolojisi dersinde hocamız, iliklerime işleyen bir cümle söylemiş ve ben de elime kalemi alıp her boş bulduğum zemine yazmıştım. Öylesine etkileyici idi ki. Hoca şöyle demişti; “Dünyaya gelirken ne tanrı ne dünya ve içindekiler bize, burada çok rahat ve asude bir hayat yaşayacağımızı vaat etmedi.”
Öyle bir yanılgımız var ki, gidemediğimiz yer hep mutlu olacağımız yer, kavuşamadığımız sevgili en büyük aşkımız. Başkaları bizden daha mutlu ve huzurlu da, sanki dünyanın en dertlisi biziz. Sadece bizim işlerimiz yolunda gitmiyor, yalnızca biz hastayız, ölüm, ayrılık, yalnızlık, vefasızlık sadece bizim kapımızda kişneyip duran at.
Hayatın normal seyri içinde hikmetini bilemediğimiz rol dağılımları, sıfatlar, özellikler, hassasiyetler , becerilere sahibiz. Tanıyamadığımız kadar çok duyguya yataklılk eden bir ruhumuz var. Ruhumuzun duyduklarını en derinden algılayan bir bedenimiz var.
Yaşamanın başka bir yolunu bulabilseydik başka şekilde yaşardık. İster gayret gösterelim, isterse rüzgarın önündeki yaprak misali bırakalım kadere kendimizi, ne kadar tedbir alırsak alalım makus talihimiz bizi bulacak. İrademizin gücünün farkında olarak az bir miktar, hayat sahnesindeki rollerimzde değişiklik yapabiliriz belki. Değiştirme gücümüz öyle az ki, çoğu zaman.
Şikayetlerimiz ise yüksek oranda dünde kalan şeylerde. Yani, değiştirme imkanımızın olmadığı yaşanmışlıklarda. Değiştirme imkanımızın asla olmadığı şeyleri; acısı, üzüntüsü ve pişmanlığı ile sürekli tekrar etmemizin bize ne faydası var?
Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak...
Geçmişin insana kazandırdığı tek şey denenmişliklerdir, yani tecrübe; o da; “Baş kel olunca ele geçen taraktır.”dense, geçmiş olsa da yine bir okuldur tecrübe, öğretir.
Akıllı insanın yapması gereken ise hem kendi yaşanmışlıklarımızdan hem de diğer insanların yaşanmışlıklarından çıkaracağımız derslerdir.
Başımıza gelen şeylerin; hayatta her yaptığımız yanlış, hata ve günahın bir cezasıymış gibi görmek ise en azından hastalıklı ve kaygı dolu bir ruhun yansımasıdır. Bu tür bir düşünce tarzı insanın hassas terazisini bozarak, sürekli savunma psikolojisi içerisinde, insanın kendisini mazur gösterme ve aklama pozisyonun ortasında bırakır. Yaşadığımız hayatın hikmet ve felsefesi her zaman akılla da izah edilemez. Bazen sadece kabul gerekir. Kabul edememek ise yorgunluk, bıkkınlık, bezginlik oluşturur insanda.
Mutmain ve mutlu bir hayatı olmaz böyle insanın hiç. Kendi içindeki mutluluğu, kanaati, zerafeti, hikmeti, letafeti keşfedemeyen insan, gözünü gayrihtiyari kendisinde olmayan şeylere dikecektir.
Aciz ve nankör insan bilmez ki; kendi şikayet ettiği şeyler kimbilir kaç sayısız insanın erişemediği, gıptayla baktığı özlemidir.
Önce kendisinden, evinden, eşinden, ailesinden, çocuklarından, arabasından, eşyasından ve elindeki birçok nimetin farkına varamayan kör bir eda ile değeri, kaybedilince bilinecek şikayetler ediyor insan.
Genel kural; şikayet etmek, bu güne kadar şikayet edilen konu hakkında herhangi olumlu bir sonuç göstermemiş, insanı depresyona sokmaktan başka bir faydası tespit edilememiştir.
Eğer acılar ve üzüntüler yaşanmayacak olsaydı, tarihin en güzel sayfalarını dolduran güzel insanlar yaşamazlardı. Başta bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) olmak üzere cümle peygamberler, sahabe, alim, veli kullarının hayatlarına bakmak bize dünyada “İmtihan” diye bir kavramın zaruri inanılması gereken bir basamak olduğunu telkin ediyor. Hatta buna mecburuz.
En ağır imtihanlardan onlar geçti. Bir insanın başına gelebilecek her türlü acıyı, zulmü, ayrılığı yaşayan bu Allah’ın sevgili kullarının ağızlarından bizlere ulaşmış bir şikayet cümlesi görmüyoruz.
Beraberinde oluşan bir haleti ruhiye / şimdiki deyimle depresif bir psikoljik halleri de yok. Umutlarını hiç kesmeden, “Hasbiyellah/ Allah bana yeter.” cümlesine sığınmışlar, illa şikayet edeceklerse de “Ben şekvamı yalnızca Allah’a ederim" demişlerdir. Travma onlara uğramamış, dünyanın bir uğrak yeri olduğunun bilinci daima müteyakkız kılmış o güzel insanları.
Biz sahnedeki figüranlarız. Senaryo yüce Yaratıcının elinde. Böyle olmakla birlikte, akıl ve irademiz bize, söylenmek yerine “Karanlıkta bir mum yakmanın” daha ezber bozan bir bilişsel beceri olduğunu söyler.
Farkında ve bilinçli bir şekilde eksik, noksan, hata ya da elimizde olmayan yoksunluklarımızdan şikayet etmek insan ruhunun en aciz halidir. Hayatın artılarını görmeyi ve güzelliklere yönelmeyi güçleştirir.
Sükuna ermiş bir kalp için kanaat dolu teslimiyet, hiç terkedilmemiş, azim dolu bir cesaret ve daimi bir umuda ihtiyacımız var.
Üstad M. Akif ne güzel söyler; “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol Yol varsa budur ancak, bilmiyorum başka çıkar yol.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.