Lütfi AYHAN
Şimdilerde Evhama "Anksiyete" Diyorlar
Sadi Şirazi der ki:
“Bu dünyada hiç kimse gamsız, kedersiz, endişesiz olamaz. Böyle biri varsa bilin ki o kişi Âdemoğlu değildir. Zira insan bir damla kan ve bin bir endişeden ibaret bir varlıktır.”
Modern çağın insanı, birçok sebepten ötürü giderek daha fazla endişeli, kaygılı ve içe kapanık bir yapıya bürünmektedir. Özellikle gençler arasında yoğun şekilde gözlemlenen gelecek kaygısı, onları evham düzeyinden anksiyete bozukluğuna sürüklemektedir.
ANKSİYETE: DOĞAL OLANIN BOZULAN DENGESİ
Anksiyete, kişinin geleceğe dair yaşadığı korku, tehdit algısı ve huzursuzluk hissidir. Bu ruhsal hâl, insanın doğasında bulunan ve normal şartlarda hayatta kalma mekanizmasını destekleyen bir duygudur. Ancak bu duygunun sınırları aşarak bireyin hayat kalitesini düşürecek seviyeye ulaşması, bir ruhsal bozukluk hâline gelmesine neden olur. Sorun, kaygının varlığı değil; bu kaygının kontrolsüz, aşırı ve kronik hale gelmesidir.
MODERN DÜNYADA ANKSİYETENİN YÜKSELİŞİ
Anksiyete çağımızın en yaygın psikolojik rahatsızlıklarından biri hâline gelmiştir. Buna en çok ilaç firmaları sevinmektedir. Oysa bu rahatsızlığın en güçlü ilacı, insanın kendi içinde saklıdır. Kendisini, kâinatı ve Allah’ı doğru şekilde tanıyan bir birey, hayatın hakikatlerini kavradığında bu duygusal girdaptan kolayca sıyrılabilir. Böyle bir insan şuna kalpten inansa her şey kolayca hallolacak: herkesin ve her şeyin perçemi Allah’ın elindedir. O(cc) “ol” derse olur, “öl” derse ölür; “yürü” derse yürür, “dur” derse durur. Bu gibi hastalıklar O’na tam inanınca geçip gider. Olacak olan da zaten olur. Akacak kan damarda durmaz… Bu anlayışa inanan kişi şu sonuca varır: Bu dünya, kalıcı huzur ve mutluluk yurdu değildir. Allah Teâlâ, burayı geçici bir imtihan mekânı olarak yaratmıştır. Gerçek hayat, ölümden sonra başlayacak olan ahiret yurdudur. Orada ölüm yoktur; eğer cennete ulaşılırsa, korku, kaygı, endişe ve evham da yoktur. Orada sadece ebedî mutluluk, sonsuz sükûnet ve selamet vardır.
İNSAN ZATEN “DOĞARKEN ÖLMÜŞTÜR”
İnsan, doğarken ağlayarak hayata başlar ve bu halini ömrü boyunca bir şekilde sürdürür. Doğarken gülen bebek olmadığı gibi, ölürken gülen insan da nadirdir. Hayatın doğasında, en huzurlu anlarda bile hüzün, endişe ve ölüm gerçeği vardır. Bu da gösteriyor ki, dünyadaki hiçbir mutluluk eksiksiz değildir.
Fakirlik, hastalıklar, aile içi geçimsizlikler, yalnızlık, özlem veya yakınlarımızın mutsuzluğu, insanı derinden etkiler. Zengin de fakir de; kadın da erkek de; inanan da inanmayan da bu durumdan azade değildir. Asıl mesele, bu huzursuzlukların nasıl aşılacağı ve gerçek mutluluğun nasıl bulunacağına dair bilgi ve bilinç eksikliğidir.
TÜKETİM KÜLTÜRÜNÜN DAYATTIĞI SAHTE ÇÖZÜM
Günümüz kültürü insanlara sürekli şu mesajı vermektedir:
“Bu hayata bir kere geldin; ye, iç, gez, eğlen. Kafana bir şey takma, yarını düşünme! Ne kadar çok tüketirsen, o kadar mutlu olursun.”
Bu anlayış, sadece seküler çevrelerde değil, dindar kesimlerde de yayılmaya başlamıştır. Ancak bu sahte mutluluk vaadi, insanı daha büyük bir boşluğa sürüklemektedir. Kalıcı huzur, dışsal hazlarla değil; içsel farkındalıkla kazanılır. Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. Mal, mülk, şöhret, eğlence ve başarı tek başına mutluluk getirmez.
BU DÜNYADA CENNET YOKTUR
Toplumsal olarak çocuklarımıza, öğrencilerimize ve çevremize sürekli şunu hatırlatmalıyız:
“Bu dünyada cennet yoktur. Bu âlem, ebedî saadetin yaşanacağı cennete giden yolda sadece geçici bir duraktır.”
Yeryüzü yaratıldığından beri zorlukların yeridir. En seçkin insanlar olan peygamberler bile türlü sıkıntılardan geçmiştir. Kur’an’da anlatılan örnekler bunun delilidir:
- Âdem Peygamber’in oğulları arasındaki çatışmalar,
- Nuh Peygamber’in ailesinin inanmaması,
- İbrahim Peygamber’in babasının putperestliği,
- Eyüp Peygamber’in uzun süren hastalıkları,
- Peygamber Efendimiz’ in yaşadığı zorluklar...
Tüm bu kıssalar, “Bu dünyada mutlak huzur yoktur” gerçeğini ortaya koyar. Gerçek saadet, ahirette Allah’ın rızasını kazanmakla elde edilir.
KOMŞUNUN EŞEĞİ DOĞURURSA
Geçmişte de insanlar kaygılar yaşamış, hatta zaman zaman bu kaygılar komik düzeye ulaşmıştır. Nitekim şu hikâye buna örnek olarak anlatılır:
Eskiden bir beldede, en küçük meseleleri bile büyütmeyi alışkanlık hâline getirmiş bir adam yaşarmış. Her gece mutlaka bir endişe bulur, hem kendi hem de eşinin uykusunu kaçırırmış. Eşi ise Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş, aklı başında bir kadınmış. Eşinin çoğu maddi kaygısını sabırla karşılayıp geçici çözümlerle onu rahatlatırmış.
Bir gece adam yine uyuyamamış. Karısı sormuş:
— Efendi, yine neyin var? Neden uyuyamıyorsun?
— Söylemeyeyim hanım… Komşunun eşeği bugünlerde doğuracak.
— Eee?
— Ya sıpa kuyruksuz doğarsa… Büyür, eşek olur… Komşu onunla dağa odun taşımaya kalkar… Ayağı kayar, düşer… Benden yardım ister… Ben de o kuyruğu olmayan eşeğin neresinden tutacağım?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.