SÖYLEM NEDİR?

Söylem eylemdir. Şeytan söyleminde yalana sapmıyor: 7 Araf 16-167. “Beni azdırdığın için, and olsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım; sonra önlerinden, ardlarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım; çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın” dedi. İnsan ise söylem (imanla eylem) geliştirmek noktasında zayıf.        

İslam kendini ifadeye başlarken “Allah vardır” cümlesiyle başlamamıştır. Yaratılmışlara yönelik bir ispat söylemi aramak da beyhudedir. Âdem daha yeryüzüne indirilmeden önce Melekler de Şeytan da “söylemlerini” insana yönelik geliştirmişti. Melekler “kendilerinin Allah’ı överek takdis edenlerden” olduğunu telaffuz ettiler. Âdem “kan dökücüdür” diyorlardı. Şeytan ise “kendisinin daha ulvî bir maddeden yaratıldığını” iddia etti. Bu söz Anadolu’da meşhur olmuş bir söz gibidir: “Asıl azmaz bal kokmaz”. Asaletin üstünlük olduğunu Allah kabul etmedi. Hülasa edersek “söylem” Âdem’in yaratılışı ile başladı denebilir. Konusu da Allah’ın varlığı değil, Âdem’in yerdeki yöneticiliğe yaraşır olup olmamasıydı.

            Şeytan’ın itiraz edici söylemindeki “isyan” içeriğinin niçin melekût âleminde çalışmadığı üzerine düşünen biri en sonunda şu cevaba gelmelidir: Eğer kendilerine aşkın güçler verilen melekler kendi varlıklarını Allah ile açıklıyor ve O’ndan geldiğini ifade ettikleri emirleri yerine getiriyorlarsa “Allah yoktur” ifadesi ancak bir illüzyon olabilir. Kendini aldatan bir illüzyon.

            Melekler Allah zikri ile yaşayan bir cemaat oldukları için şeytan söyleme geçememişti. Meleklerin arasında kullukta idi. İnsan yaratılınca Şeytan, insanın söyleme açık bir varlık olduğunu fark etti. Ona fısıldayabileceğini gördü. Fısıltının Onu mütereddit kılabileceğini ve ayağını kaydırabileceğini bildi. Meleklere karşı bunu yapamıyordu, çünkü Melekler söyleme açık değildi. Ya da onların kendi söylemleri vardı.  Onlar Allah’tan emr almaktaydılar. “Demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede, seni kutsamadayız ya” (2 Bakara 30). “(Melekler) Biz”. Yani, “Ve Nahnu” dediler. Şeytanın böyle bir varlığın kesin ve yakîn imanına hipotetik açıklamalar getirmeye kalkması ya da izafi dini ifadelerde bulunması şaşkınlığın belirtisi olabilirdi. Meleklerin söylemi “eylemdi” ve “Biz” içeriğine sahip olduğu için de bir teori olmayan kesinliği ifade ediyordu. Oysa insan dini ifadeleri teorik ifadelere çevirebilen zihin illüzyonlarına uğramaktaydı. Şakir Kocabaş, dini inançları ve ibadetleri, antropolojik, psikolojik, ekonomik vs. teorilerle açıklamaya kalkmanın çelişkilerinden bahsetmiştir. Şöyle örnekler: “Materyalizm öğretmektedir ki, evren kendi tabiatı üzere maddeseldir ve var olan her şey maddesel nedenlerle var olmakta ve maddenin hareket kanunlarına bağlı olarak gelişmektedir”, cümlesinde eğer ‘Neden’ diye soracak olursanız hipotetik bir cevap alamayacaksınız. Bu cümleye ‘Biz inanıyoruz ki’ ön ekini ilave edebiliriz. Ancak materyalist, ‘Biz inanıyoruz ki’ yerine ‘Biz biliyoruz ki’ demeyi tercih edecektir. Fakat bu sözlük sihirbazlığı ifadenin gramerini değiştirmeye yetmeyecektir. Kocabaş’a göre materyalist teoriler (ve mesela Marksizm) teorik terimleri dini gramer içinde kullanma girişimidir (Şakir Kocabaş, İfadelerin Gramatik Ayrımı, Ekin, tarihsiz: 72). Şöyle sorar: “Bilimin amacı ve bu amaca ulaşmak için araçları” ifadesini (…) sorabilirsiniz: Bu amaca kim ulaşacak? Bilim mi, Bilimsel Uygulama mı, yoksa Bilim Adamları mı” (Kocabaş, age: 76). Materyalist bir yaklaşımı dinî bir söylemle telaffuz ettiler:  “Bir dini ifade biçimi: ‘Bu tek… yoldur’. Diğer bir temel (…) ifade biçimi: ‘Henüz bilmiyoruz, ama Bilim bize öğretecek (…) Eğer bir şeyden şüphede isen, mutlaka başka bir şeye inanmaktasın demektir. Diğer bir deyişle, bir şeye inanmadan başka bir şeyden şüphe etmek imkânsızdır” (Kocabaş, age: 59).  Müslümanlar “inanıyorum” ifadelerini söylem kılmakla mükellefler. Bu manada “inanıyorum” demişse bilinmeli ki, “namaz kılıyorum” da demektedir.

            İslam sosyal çevrenin değişmesinden önce kalblerin ve nefislerin değişmesinden başlamış gibidir. Modern toplumda Müslüman olmanın aşamadığı engellerden biri budur. Söylemin kendisi eylemdir. Bu nedenle birisi “Allah yoktur, din de yalandır” dediği zaman kusurlu sayılması gereken zümre aslında inançlı olduğu halde “Allah yokmuşçasına davranan”dır. Çünkü onun “Allah vardır!” demesi ispat değildir. Onun inanç sahibi olduğuna dair söyleminin gerçekleşmemesi, muhatabının ise söylemini tahakkuk ettirecek şekilde bir hayat ortaya koyması problemdir. Materyalist bir adam teorik bir beyanı dini bir söyleme çevirmiştir: “Allah yoktur, din yalandır” sözü teorik bir ifade değildir. Zira “Allah yoktur” demek için bir inanç gereklidir ve din (hayat tarzı) yalandır demek de aynı zamanda sizin de hayat tarzınızın yalan olduğunu söylemektir. Zira din, hayat tarzı anlamındadır.

            İslam’ın cemiyetlere söylemle geldiği ifade edilebilir. Onun ilk amacı iman etmenin pratik sonuçlarını söylem ve ahlâka dökmekti. “Sen af yolunu tut. Urf ile emret. Cahillerden de yüz çevir” (7 Araf 199). “Ve o Rahmânın kulları: onlar ki Arzın üzerinde mülayemetle yürürler ve cahiller kendilerine lâf attığı vakıt selâmetle derler geçerler” (25 Furkan 63). Peygamberler cihad meydanları dışında insanlara Allah’ın Celal ism-i şerifi ile davranmamıştı. Hatta öyle ki Allah Firavun’a dahi fütüvvet prensibi ile davranmıştı: “Firavun’a gidin. Çünkü o azdı/ innehu tağa* Ona yumuşak söz söyleyin” (20 Taha 43- 44). Oysa burada yumuşak söz söylenmesi istenen kişi Mısır’da o zamanın Müslümanlarına zulmeden Firavun’dur. Allah kötülüğe karşı  bile af kapısını açık tutmuştur. Kötülüğe iyilikle cevap vermek fütüvvettendi. Fütüvvet nefsin haz ve emelinden vaz geçmektir. Senden uzak kalana yaklaş, seni incitip üzene yumuşak davran, sana kabahati olanı mazur gör, celallenme, halkın eziyetine sabret, hep ayağa bak başa bakma. Bu öğütler fütüvvetin ilkelerinden. İslam’ın yaşanan bir söylemden ibaret olduğu fütüvvetle ortaya çıkıyor. İman davası zorbaları alaşağı etme davası olmayıp onlara yaptıklarının zulm içeriğini beyan/ söylem davasıdır. Nuh (as)’un kavminin içinde yaptığı cihad söylemi sürekli kılmaktı. Şuayb’e kavmi “Ey Şuayb dediler, kıldığın namaz mı, tuttuğun din mi emrediyor sana da mallarımızı da dilediğimiz gibi tasarruf etmemize mâni olmaya kalkışıyorsun?” (11 Hud 87) demişlerdi.

            İktidar ile söylem arasındaki ilişki, söylemin doğruluğu ya da yanlışlığı ile ilgili değildir. Söylemin dayandığı bilgiye dair gerçeklikten ziyade o bilginin bilimsel disiplin içinde sağladığı tutarlılığa bağlanmaktadır. Söylem üretildiği düzeyde durmayıp örgütlenir ve toplumda yasak koyma, paylaştırma, suçlama, doğru- yanlış gibi tasnifler oluşturma işlevine bürünür. Bilgi kendisini bir söylem olarak kurarak, siyasal ve toplumsal ilişkileri ortaya çıkarır. Söylem, görünüşte, değersiz de olsa, karşılaştığı yasaklar onun toplumsal arzu ve iktidarla ilişkisini belirler. Bu nedenle söylem basit bir söz değil rüşddür. Söylem konuşanı sembollerin nesnesi değil, eylem niyetiyle bütünleşmiş bir varlık görür. Konuşma eylemi hem konuşmacı ve dinleyeni aynı anlama bağlar, anlam dolu bir ifade ve işitsel birlik kurar ve hem de yazma/ anlamanın ayrılmaz bütünlüğüdür. “Söz veriyorum”, “onu geri almak istiyorum” cümlelerinde olduğu gibi fiiller davranışları belirler (Edibe Sözen, Söylem, Paradigma, 1999: 31- 32). Söylemler sosyal inşa edicidirler; insanlar arasındaki sosyal ilişkileri inşa etmeye yardım ederler (Sözen, 1999: 40).

            Şimdi bütün ifade edilenlerden sonra Robert Frager’den bir hikaye: Eski sufi tarikatlarından birisi zaman içinde küçülür ve yalnızca bir şeyh ile üç dervişi kalır. Günlerini ibadet ve tefekkürle geçirmekte, tarlaları ve bahçeleri ekip biçmektedirler. Dördü de yaşlıdır ve en büyük endişeleri cemaate genç müridlerin gelmemesi halinde geleneklerinin yok olacağıdır. Bir gün şeyh, yörede mantıklı bir adam olarak bilinen bir başka mürşidi ziyaret ederek genç nesli cezbetme konusunda meselesini anlatır. Bilge mürşid, kendisinin de aynı sorunla uğraştığını ama murakabelerinin birinde “şeyhin üç müridinden birinin asrın kutbu olduğunun bildirildiğini” ifade eder. Şeyh dervişlerinin yanına döner ve mürşidin söylediklerini nakleder. Üç derviş bu kutbun derhal cemaate şeyh olmasına karar verir. Kimin kutub olacağı meçhuldür. Hergün namazlarda imamlık yapan Hafız Mehmet, ezanları okuyan Ahmet, herkesin yardımına koşan Davud; hepsi de edindiği vasfıyla kutub olabilir. Böylece dervişler birbirlerine sanki karşısındaki kutub imiş gibi davranmaya başlar. Birbirlerine karşı sevgileri ve saygıları derinleşir. Cemaat olarak coşkuları artar. Dergah kentten uzak ise de insanların piknik yapmaya geldiği bir ovadadır. Piknikçiler arasında cemaatin cezbesi farkedilir. Bazılara namazlara ve hatta zikirlere katılmak için kalır. Sonunda birkaç genç adam derviş olma isteğini dile getirir. Cemaat artık geleneği geleceğe bağlamaya namzettir (Robert Frager, Kalb Nefs ve Ruhun Psikolojisi, Gelenek, 2004: 42). Hikayenin önemi söylemin gücü ile ilgili. Dergahın müridleri eylem içinde oldukları halde “Biz” duygusunu yansıtacak bir söylemden mahrum kalmışlardı. Şeyh cemaati “Biz” yapacak söylemi/ iman kaybetmişti. Ne zaman ki söylem iman eylemine döndü, işte o zaman topluluk “Biz” oluşturdu ve söylem imanın eylemi oldu. Çağımız Müslümanlığını sorgulatan şey de bu: bir eylem isteği var da söylemi yok! “Allah'a çağırandan ve iyi işlerde bulunan ve şüphe yok ki ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (41 Fussilet 33).

 

Önceki ve Sonraki Yazılar