Açlık ve sefaletin nedeni korumacılıktır, liberal ekonomi değil

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütünün 1970’de hesaplamaya başladığı dünyada aç insan sayısı 2009’da ilk kez 1Milyarı aştı. Yetersiz beslenme oranı, az gelişmiş dünya nüfusu içinde yeniden artmaya başladı. 1990-1992'de yüzde 20'nin altına inen oran, 2003-2005'te yüzde 16'nın altına inerken, şu anda yüzde 18 civarında. Yılda 6 milyon çocukta açıktan ölüyor bu, her saniyede beş çocuğun ölümü demek! Somali ve Borena bölgelerinde 1 milyondan fazla kişinin açlık çektiği ifade ediliyor. Yaşanan bunca kıtlıkların, açlık, sefalet ve yoksullukların tek nedeninin kapitalizm olduğunu dillendirenlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Marsixtler, sosyalistler ve İslamcılar başta olmak üzere büyük bir çoğunluk serbest piyasanın bu duruma yol açtığını ifade ediyorlar. Özelleştirmeler, tüketim toplumu yaratma projeleri ve büyüyen dev şirketler eliyle insanların sömürüldüğü ve daha çok açlığa terk edildiği bu kesimler tarafından sıklıkla dillendirilir. Ancak kimse devletçi siyasî projelerin, hak–hukuk bilmez diktatoryaların, militer ve paramiliter kesimlerin, sömürücü, baskıcı, darbeci, yabancı düşmanı ve içe kapanık projelerinden bahsetmez!

Sosyalistler(başta Fikret Başkaya ve Özgür          Üniversite çevresi olmak üzere) Richard Weaver’in 1948 yılında Chicago Üniversitesinden yayımlanan “Fikirlerin Sonuçları Vardır”(Ideas Have Consequences) adlı çalışmasını çok önemserler. Çünkü aynı üniversitede öğretim üyesi olan Hayek (Köleliğin Yolları) ve nobel ödüllü Milton Friedman’ın bu üniversitede liberal fikirleri/ serbest piyasa ekonomisini mayaladığını düşünürler. “Chicoga boys” diyorlardı onlara! Sosyalistler 1960’lara gelindiğinde Richard Weaver’in sonuçları olan fikirler dediği olguların çoktan üretildiğini ve artık kapitalizmin her yerde temsilcilikler açabildiğini tekrar eder dururlar. Sosyalistlere göre (buna İslamcılarda dâhil oldu) artık piyasa her yerde yasalarını oluşturmuştu. Piyasa neredeyse bir tanrıydı… Ve ona uymak zorundaydı insanlar. Dünyanın birçok bölgesinde çok ciddi bir liberal saldırı gerçekleşmekteydi. Neoliberaller ve ultra liberal ideloglar dünyanın her yerinde think thank merkezleri oluşturmuştu. Bunlar hiç şüphe yok ki büyük ve güçlü sermayenin ihtiyaçlarına cevap veriyorlardı. Çok ciddi bilimsel tezlerle de devleti küçültüp halkları da sömürüye alıştırıyorlardı. Sosyalistler, Marxistler ve İslamcılar artık dünyada yaşanan kıtlıkların, açlık ve sefaletlerin nedeni bulmuşlardı. Piyasa ekonomisi! Liberal ekonomik politikalar insanları aç bırakıyor, yoksullaştırıyor, zengini daha zengin fakiri de daha fakir yapıyordu.

Örneğin bugün Türkiye’de TEKEL işçilerinin mağduriyetini bile başka yerde aramaya gerek yoktu. Çünkü özelleştirme yanlısı kapitalist üretim anlayışı ve serbest piyasa ekonomisi kuramına göre emekçileri aç bırakan onları yoksul bırakan tek bir neden vardı. O da özelleştirmeyi dayatan piyasa ekonomisiydi! Çünkü onlara göre devletin işletmeci olarak kalması gerekiyor. KIT’lerin özelleştirilmesine şiddetle karşı çıkan bu kesime göre sermaye istikrarsızlık demek. Halklar sermayenin ve rekabetçi piyasa ekonomisinin egemenliği altına girdiğinde tek tip, sıradan, uyuşturulmuş ve köleleştirilmiş birer tüketici robotları haline dönüşecekti. Onlara göre eğitimden sağlığa varıncaya dek her şey devletin kontrolü altında kalmalı ve tek işletmeci devlet olmalıdır. Bir ara Özgür Üniversitesi çevresinden Sibel Özbudun benim -Radikal’de yayımlanan- “parasız eğitim eğitimde devlet tekeli demektir” adlı yazımdan alıntı yaparak bu düşüncemi; paralı eğitim” demogojilerinin daha da gözüpek bir argümanı olarak değerlendirmişti.  “Devletçi, bürokratik despotluğa” karşı “özgürlükçü, sivil bir eğitim”den yana olma savı olarak değerlendirmiş ve böylelikle hastane ile lunapark, süpermarket ile üniversite, otel ile fabrika, banka ile insan hakları örgütü, spor kulübü ile sigorta şirketinin işleyiş mantığı arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaya ve tümünü birden piyasaya tabi kılmaya yönelik bir süreci yaşamaktayız demişti Sibel hanım. Son olarak ta; “Galiba küresel neo-liberal piyasa ekonomisi ya da günümüz kapitalizminin en ürkütücü özelliği, gerçekten de “küresel” olmayı hedeflemesi. Yani yalnızca yeryüzünde el değmedik bir karış toprak parçası bırakmamanın yanı sıra, her ulusu, her toplumu, her halkı, her cemaati, herkesi ve insan yaşamının tüm alanlarını, sahip oldukları ya da olabilecekleri her türlü özerkliği berhava ederek kendi mantığına tabi kılmak yolundaki engel tanımaz ilerleyişi…” diyerek endişesini dile getiriyordu Sibel Hanım ancak bana göre çok ezber tezler bunlar ve yersiz endişeler…

 

Peki, gerçekten dünyada ve Türkiye’de krizlere davetiye çıkartan ve insanları sosyalistlerin, marxislerin ve İslamcıların dediği gibi ezen, sömüren ve onları açlığa mahkûm eden kapitalizm mi? Öncelikle tek bir kapitalizm çeşidi yok karşımızda. Atilla Yayla hoca ana hatları itibarıyla kapitalizmin iki türünün olduğunu söyler. İlki serbest piyasacı kapitalizm, ikincisi ise crony kapitalizm de dediğimiz devlet kapitalizmidir. Atilla Yayla’ya göre;” Anglo-saxson dünyasında yaşanan malum kriz piyasa ekonomisiyle aynı anlamda kapitalizmin krizi olmaktan ziyade devletçi kapitalizmin bir krizidir. Bu kapitalizmde devlet çeşitli araçları -özellikle para ve finans araçlarını- kullanarak ekonominin patronu ve yönlendiricisi rollerine soyunur.” Bunun yanında toprakları işgal edenler, onlara siyasî kimlik giydirenler, dev savaş makineleri icat ederek insanları kitleler halinde öldürenler, siyasî sembollerle insanları şartlandıranlar, politikacı ve bürokrat sınıfıdır, yani devletlerdir der Atilla Yayla… Bu yüzden bütün olumsuzlukları savaşları, yoksullukları ve açlığı liberal kapitalizme bağlamak haksızlıktır.  

Bir taraftan hem devleti güçlü kılarak onun üretim araçlarını koruma altına almaya dönük bir anlayış geliştireceksiniz daha doğrusu devleti tek ve önemli bir özne haline getireceksiniz(özelleştirmeye karşı durarak örneğin) diğer taraftan da bunun tam tersini düşünen serbest piyasa ekonomisini savunan liberalleri günah keçisi ilan edeceksiniz. Bu aslında liberal ekonomi ve liberaller üzerinde yeterince analiz etmemenin verdiği bir noksanlıktır. Toplumsal sözleşmeyi bile yanıltan bir felsefi uydurma olarak gören Hegel devletin mutlakıyetçi olması gerektiğini ifade ediyordu. Ona göre devlet cemaatin birliğini ifade eden organik bir varlıktır! Daha şaşırtıcı olanını söyleyeyim Hegel’e göre devlet; kendi başına bir hayatı olan toplumsal bir organizmadır! Bence açlığın, sefaletin ve yoksulluğun nedenini buralarda aramak gerekir.

Son olarak illaki kapitalizmi, şirketleri vs eleştirmek istiyorsanız size Chomsky’nin ısrarla altını çizdiği bir meseleyi hatırlatayım. Chomsky mahkemeler eliyle şirketlerin “kolektivist, yasal, tüzel kişilik” kazandığını ifade eder. Yani şirketler nasıl olur da bireylerin doğuştan getirdiği haklara sahip olabilirler! Bu bireyselliğe yönelik bir saldırı değil midir diye sorar. Chomsky büyük şirketlerin mutlakıyetçi devlet benzeri bir kurum gibi işlev görmelerini eleştirir. Şirketlere organik bir varlık muamelesi yapılması hakikaten üzerinde durulması gereken bir meseledir. Pratikte kişilerin sahip olduğu haklara sahiptirler. Mahkemeler tarafından birde ölümsüzleştirilmişlerdir! Ancak birçok liberalinde bu konuyu eleştirdiğini hatırlatmakta yarar var…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.