Bünyamin AKGÜL
Göç, İnanç ve Sessiz Kuşatma
Savaşların, göçlerin ve buna bağlı olarak kaçınılmaz kültürel karşılaşmaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu küresel meydan okumalar karşısında etnik kökenler ve inançlar, bireylerin ve toplumların kimliklerini belirleyen en temel unsurlar olarak öne çıkıyor.
Yıllar önce, Belçika’nın Flamanya bölgesinde, Antwerp şehrinde yaşamıştım. Orada, Türk, Fas, Tunus ve Cezayir kökenlilerin oluşturduğu geniş bir Müslüman nüfus vardı. İlginç olan, bu Müslümanları tanıyıp etkilenerek İslam’a yönelen yerel halktan oluşan bir toplulukla da temas kurmuştum. Irkçı sağ parti propagandalarına ve yoğun İslam karşıtlığına rağmen, gözlemim şuydu: Kiliseler etrafında yaşanan çözülme ve aidiyet zayıflığı devam ederken, camiler etrafında canlı, dinamik ve dayanışmacı bir sosyal yapı varlığını sürdürüyordu.
Bir gün, birkaç arkadaşımla birlikte, biraz uzaktaki bir kasabada yaşayan bir dostumuza ziyarete gitmiştik. Masanın etrafında tatlı bir sohbete dalmışken kapı zili çaldı. Karşımızda kırklı yaşlarında bir Belçikalı vardı. Acemice bir Türkçeyle, "Sizi müjdeyle tanıştırmak istiyorum," diyordu. İçeri davet ettik, ikramda bulunduk. Yemeğini iştahla yedi, çayını içtikten sonra sohbet koyulaştı. Adı Jozef’miş. Uzun zamandır Hristiyanlığı Türklere anlatmak için çalışıyormuş. Bu ismi ve bölgedeki faaliyetlerini daha önce duymuştum. Hatta bana aktarılan bir diyalog çok hoşuma gitmişti: Jozef, bir Türk kahvesinde çalışırken "müjde", "kurtuluş" ve "İsa"dan bahsedince, okey oynayanlardan bir Türk genç şöyle demişti: "Arkadaş, bizim gül gibi bir dinimiz var. Bir Allah’ımız, bir Peygamberimiz var; onu bile hakkıyla yaşayamıyoruz. Senin üç tane Allah’ınla hiç uğraşamayız." Bu karşılaşmayı bekliyordum, nihayet gerçekleşmişti.
Arkadaşlarımdan izin alarak kendisine sordum: "Jozef, benim adım da Bünyamin. Sana şunu sormak istiyorum. Epeydir buralardayım. Kiliseler bomboş, sadece kültürel bir Hristiyanlık hüküm sürüyor. Gençler dünyevi hazların ve ateizmin pençesinde; intihar haberlerini de sıkça duyuyoruz. Neden kendi dininizi, kendi insanlarınıza anlatıp onlara umut ve müjde olmuyorsunuz da, özellikle Türklere anlatmak için bu kadar emek veriyorsunuz? Üstelik Türkçe de öğrenmişsiniz."
Çalışmalarının kilise kaynaklı bir misyonun parçası olduğunu, hatta Türkiye’ye de geldiğini söyledi. Ben de kendisine, Türkler arasında kitlesel bir Hristiyanlaşmanın söz konusu olmadığını, bu çabaların beyhude olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu kanaatimin altında yatan sebep ise tarihsel bir okumadır: Oryantalist çalışmalar ve 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra Osmanlı coğrafyasında açılan İtalyan, Fransız, Amerikan, Alman, İngiliz kolej ve liselerinde yürütülen sistematik faaliyetlere rağmen, Türkiye’de kitlesel bir din değiştirme yaşanmamış, sadece ender bireysel vakalar görülmüştür. Tevhid inancının sade, anlaşılır ve ruhaniyat dolu yapısı ile toplumumuzun derinliklerine işlemiş Hz. Muhammed ve Kur’an sevgisi, işte bu en büyük savunma hattımız olagelmiştir.
Diğer taraftan, günümüzdeki ırkçılık temelli İslam karşıtlığının hem Siyonist hem de belli kilise çevrelerinden beslenen kökleri olduğunu da bilmek gerekir. Asırlardan miras bu sağlam savunma hatlarımızın, son dönemlerde yoğunlaşan "hadis eleştirileri", "Kur’an İslamı" söylemleri, agnostizm ve nihayetinde ateizm tohumlarıyla nasıl aşındırılmaya çalışıldığını fark etmeliyiz. Önce inançta bir ‘sıfırlama’, ardından boşalan zihinlere kapsamlı bir ‘yeni inşaa’ projesi… Bunun farkındalığı, her şeyden önce gelir.
Papa’nın ziyaretleri elbette diplomatik ve açık birer temaslardır; bunlardan endişe etmek yersizdir. Asıl endişe duyulması ve tedbir alınması gereken konu, kısa, orta ve uzun vadede geliştirilen alternatif projeler, yani o ‘sessiz kuşatma’dır. Günümüzde dünyanın her yerinde İslam’a yönelişler tarihin doğal akışı içinde devam ederken, Müslüman coğrafyalardaki yozlaşma ve çözülmeler sadece “ahir zaman” olgusuna bağlanamaz. Yeni medyanın tuzaklarından, kültür-sanat adı altında dayatılan yaşam tarzlarına, gençlerimiz arasında yaygınlaştırılmaya çalışılan kimliksizleştirme ve cinsiyetsizleştirme operasyonlarına kadar uzanan, bilinçli ve planlı bir meydan okuma ile karşı karşıyayız.
Belki bunları biliyoruz. Peki, gereken tedbirleri alıyor muyuz? Savunma hatlarımızı, sadece geçmişin mirasına güvenerek değil, çağın getirdiği bu yeni, sessiz ve derin kuşatmalara karşı da yeniden ve sağlam bir şekilde inşa ediyor muyuz? Cevabımız, geleceğimizin şifresini taşıyacak.
Selam ile.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.