Artık şurası anlaşıldı: Kasetler profesyonel işi

Profesyonel işi çünkü: MHP’nin üst düzey yöneticilerini aylarca takip etmişler.

Profesyonel bir sabırla, profesyonel bir inatla... Acemiler, bu denli sabırlı ve inatçı olamaz.
Profesyonel işi çünkü: Hangi MHP yöneticisinin kiminle ve nerede birlikte olduğuna dair çok geniş bir istihbarat toplamışlar. İşin içinde teknik takip, izleme ve telefon dinleme olguları olduğu muhakkak.
Profesyonel işi çünkü: Operasyonda istihbaratçılar dışında saha timleri de görev almış. Saha timleri, elde edilen bilgiler çerçevesinde son derece zor ve tehlikeli bir görevi yerine getirmiş: Evlere ve ofislere gizli kameralar yerleştirmiş.
Profesyonel işi çünkü: Görüntülerin montajı, kurgusu mükemmel... Görüntülerin belli bir süreç ve taktik içerisinde kamuoyuna sunulması kusursuz... Özellikle zamanlamadaki mükemmellik dikkat çekici... Bu denli mükemmel bir zamanlamayı, acemilerin becermesi mümkün değil.
Profesyonel işi çünkü: Önce “dört kelle” alma, ardından Bahçeli’ye meydan okuma ve en sonunda yeniden “kelle alma”... Yani süper bir strateji... Daha da önemlisi bütün bu adımları, “Biz daha ülkücüyüz” yaklaşımıyla gerçekleştirme... Nereden bakarsanız bakın bütün bunlar, çok esaslı bir politik stratejiye işaret ediyor.
Profesyonel işi çünkü: İşin içinde kimlerin olduğuna dair en küçük bir açık yok ortada... Hiç kimse doğru dürüst bir şüpheliden bile söz edemiyor. Yani ortada en küçük bir açık vermeyen ve süreci korkusuzca, gayet bilinçli bir şekilde yöneten bir karanlık odak var.

Başbakan kasetten vurmayı terk etti

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, kasetten vurmayı terk etti.
Hayır, hayır...
Terk etmesinin arka planında...
“Kasetten vurmak yanlıştır” anlayışı yok.
Ahlak yaklaşımında bir değişiklik yok.
“Tecessüs etmeyiniz” ayetinin sırrına vakıf olma durumu yok.
Bir Başbakan’ın “kaset çakalları”na cesaret vermesinin vahametini fark etme yok.
Peki ne varŞu var:
Başbakan Erdoğan, kaset olayını meydanlarda dillendirdikçe şu iki şeye yol açtığını fark etti:
BİR: MHP’yi mazlum ve mağdur konumuna ittiğini fark etti.
İKİ: Olup bitenlerin sorumluluğunun kendi üzerine kalabileceğini fark etti.
İşte bu yüzden kasetten vurmayı terk etti.
G G G
Hayır, hayır.
Niyet falan okumuyorum.
Sadece önceki gün verdiği mesajların satır aralarına baktığımda...
“Kasetten vurmak” için can attığının izlerini bulabiliyorum, o kadar.

Neden ‘MHP içi’ olamaz?

SEBEBİ gayet basit:
Eğer MHP içinde Devlet Bahçeli ve ekibinden hoşnut olmayan muhalif bir grup, bu kadar sistematik, bu kadar kusursuz, bu kadar süper ötesi bir planı uygulamaya sokabiliyor ve sonuç alabiliyorsa...
Muhalifi bile bu denli mükemmel çalışan bir partinin... Bırakın “Baraj altı / Baraj üstü” tartışmalarının konusu olmayı... Şimdiye çoktan tek başına iktidara gelmesi gerekirdi.

Gazete yığınından kişisel izlenimler

HÜRRİYET: Elime ilk aldığım gazete. (Şundan eminim: Kendi gazetem olmasa da elime ilk aldığım gazete olurdu). Önce dördüncü sayfaya şöyle bir bakış. Sonra sindirerek okuma süreci. Kelebek’le birlikte elimde en uzun süre onu tutuyorum.

MİLLİYET: Adı çıkmış bir kere, “çok sıkıcı bir gazete” diye... Oysa benim açımdan hiç de öyle değil. Birinci sayfasında beni en fazla oyalayan gazete... Tek sorun: Cadde ekinin ilk çıktığı dönemdeki heyecanını kaybetmesi.

SÖZCÜ: Hınzır bir zekâ, birinci sayfayla çelik çomak oynar gibi oynuyor. Bazen cuk oturtuyor, bazen fazla zorluyor. Ama birinci sayfasına mutlaka baktırıyor.

SABAH: Büyük kitle gazetesi olmak ile hükümet yanlısı duruş sergilemek arasında bir sıkışmışlık içinde... En çok orta sayfadan sonra çok hızlı geçiyor oluşuma şaşırıyorum. Çünkü orta sayfadan sonra durmamı gerektiren iki durak, Nazlı Ilıcak ile Yavuz Donat durağı...

ZAMAN: Tavırlı haberleri belli bir dikkatle yapmak gibi zor bir misyonu yerine getiriyor. Bunu da iyi yapıyor. Yalnız bir sorun var: Köşe yazarlarını öldürüyor. Fehmi Koru’yu da, Taha Kıvanç’ı da katletti.

STAR: Zaman kadar ağırbaşlı oldu ama tavırlı haberleri Zaman kadar profesyonelce veremiyor. Desteklemek ve kösteklemek amacını bazen fazla belli ediyor.
HABERTÜRK: Ana gazete, magazin eki ve hakikaten basının en eğlenceli başlıklarını atan İstanbul eki... Bu gazetedeki duraklarım bunlar.

BUGÜN: Habertürk kıvamına gelmesiyle birlikte daha oyuncaklı bir hal aldı. Bence gayet hoş oldu. Ahmet Taşgetiren, Gülay Göktürk ve Nuh Gönültaş... Bu üç yazarı hiç kaçırmam.

YENİ ŞAFAK: Muhafazakâr gazetelerin de kendi aralarında bir yarışı oluyor. “Kim daha çok iktidara sahip çıkacak / Kim daha çok muhalefete sataşacak” yarışı... Bu yarışta en atak ve en enerjik gazete Yeni Şafak... Keşke Fehmi Koru ve Taha Kıvanç’ı kaybetmeseydi.

BİRGÜN: Hem solcu, hem hükümet karşıtı, hem emekten yana, hem Kürt sorununa duyarlı...

MİLLİ GAZETE: Benim açımdan nostaljik bir değeri var Milli Gazete’nin... Bir ara çıkarmıştım gazete yığınından... Erbakan Hoca’nın vefatıyla yeniden girdi yığına... Yeniden benimsedim bu gazeteyi... Dünyayı Saadet Partisi’nin etrafında döndürme girişimine anlayışlı bir tebessümle yaklaşıyorum.

AKŞAM: Seviyorum bu gazeteyi... Çünkü sürprizli bir gazete... Hem birinci sayfasıyla, hem de yazarlarıyla öngörülemez. Bu açıdan elime iştahla alırım Akşam’ı...

CUMHURİYET: Şartlar dikkat çekmesi için çok müsait... Fakat sanki bir gizli el, bu gazeteyi, “aman fazla ileri gitme” diye tutuyor. Ben bu gazetede en çok Ali Sirmen’in “sevgili” diye başlayan politik yazıları ile Hikmet Çetinkaya’nın coşkulu şiirselliğini sevimli buluyorum.

VATAN: Birinci sayfası eskiden daha devrimciydi. Devrimci ruhunu kaybetmedi ama biraz enerjisini kaybetti. Tek kusuru var bu gazetenin: Reha Muhtar’ı filozof sanmak.

YENİÇAĞ: MHP’nin resmi sözcüsü Ortadoğu gazetesi ise, gayriresmi sözcüsü Yeniçağ... Köşe yazarlarına epey zaman ayırıyorum.

RADİKAL: Radikal’i hep en sona bırakırım. Çünkü gazete okuma işinin son bölümünde, oturuş şeklimi Radikal’in boyutuna göre değiştirmek isterim.

Kendimde keşfettiklerim

Bazıları değişiklik sever ya... Şu yaşımda artık ikna oldum ki: Ben değişiklik sevmiyorum. Rutinden çıkınca sudan çıkmış balığa dönüyorum.
Yine ikna oldum ki: Ben dadanmacı bir tipim... Tiryaki meşrep bir kişiliğe sahibim...
Yüksek volümlü müzik, kasıntılı tipler ve çapkınca bakışlar... Böylesi ortamlar hiç de bana göre değilmiş. Benim meskenim asude ve dingin mekânlarmış.
Şuna karar verdim: Ne kadar şikâyet edersem edeyim benim şehrim İstanbul’dur. Nişantaşı’sıyla, Bağcılar’ıyla yekpare bir İstanbul...
Ne kadar ılımlı bir görüntü verirsem vereyim derinliklerimde bir radikal varmış. Nereden mi çıkarıyorum bunuKimin borusunu öttürürse öttürsün marşları pek sevmemden.
Ben de Türkiye’deki bazı siyaset erbabı gibi çatışmadan beslenmeyi seviyorum galiba... Arkadaşlıktan anladığım şu benim: İtişip kakışmak.
Ben hediye vermekten ziyade almayı seviyormuşum. Diyeceksiniz ki: Yuh yani, bunu kim sevmezTamam o zaman, ben de sizdenim.

Önceki ve Sonraki Yazılar