Avrupa'nın krizi ve Türkiye

12 Mart Muhtırası'ndan (1971) sonra kurulan Erim hükümetinin Ekonomiden Sorumlu Bakanı Atilla Karaosmanoğlu...

12 Mart Muhtırası'ndan (1971) sonra kurulan Erim hükümetinin Ekonomiden Sorumlu Bakanı Atilla Karaosmanoğlu, teknokrat bakan hüviyetiyle bir ekonomiyi kurtarma programı açıklamış ve "Bu tedbirleri alırsak, 1995'te İtalya'nın bugün ulaştığı seviyeye ulaşırız" demişti.

Ben "O zaman acaba İtalya nerelerde olur" diye düşünmüştüm kendi kendime...

Yıl 2011. Avrupa ekonomileri sapır sapır dökülüyor. Yunanistan, İtalya, Portekiz, İspanya... Fransa için çanların çalması uzun sürmez.

Cumhurbaşkanı Gül, geçenlerde "AB'nin ekonomik kriterlerini ifade eden Maasricht kriterlerinde birçok Avrupa ülkesinden daha iyi durumdayız" diyordu.

Buna rağmen, Sisiph Efsanesi'nde olduğu gibi uğraşıyoruz uğraşıyoruz, bir türlü AB'ye giremiyoruz. 18 madde Fransa ve Rum direnciyle askıda. Müzakereler resmen tıkanmış durumda.

Avrupa'nın ekonomisi kötü, demokrasisi de, ekonominin girdabında yara almaya başladı. Seçilmişler halk protestoları ile dökülüyor, teknokratlar iş başına geliyor. Avrupa'nın patron ülkeleri de (Almanya ve Fransa) bu demokrasi sendelemesine çanak tutuyorlar. Maksat batan ekonomilerin, tüm Avrupa'yı batırmasına mani olmak.

Soru şu: Acaba bu gidişle AB'nin siyasi kriterleri demek olan Kopenhag kriterlerinin birazcık delinmiş olmasına da aldırış edilmeyecek mi?

Avrupa'ya bakarken duygularımız

Türkiye'den Avrupa'yı, Yunanistan'ı, ardından İtalya'yı seyrederken, içimizde bir göreceli mutluluk ışıltısı oluşmuyor değil. Uzun vadede bakıldığında Türkiye Avrupa'daki birçok ülkeye nazaran çok daha parlak bir geleceğe doğru yürüyor gözüküyor.

Evet, sancılı bir coğrafyada bulunuyoruz, evet kimi iç sancılarımız var ama coğrafyamızdaki sancı, daha çok doğum sancısını andırıyor. Irmağın yatağını bulacağı ümidi, kaostan çok daha büyük ihtimal.

İç sancılarımız da, tıpkı İslam coğrafyasındaki sancıların mahiyeti gibi, kurulu düzen, ona göre biçimlenmiş yönetim kadroları, dış ilişkiler ağı, ekonomik şebekeleşme, medyatik boyutla iç içe oluşmuş.

Bir irade, tüm bu alanlarda, değişim sürecini başlattığında, yani kurulu düzenin formatı, en azından fiili planda dönüşmeye, yönetim kadroları yüreğini millete dönmeye, dış ilişkiler ağı, Türkiye'nin stratejik derinliğinden beslenmeye, ekonomide, şebekeler kırılmaya ve medya dili millet sıcaklığını yansıtmaya başladığında, Türkiye'nin yeni bahtı da örülmeye başlanmış oluyor.

Şu anda Türkiye'de bu süreç yaşanıyor.

Türkiye'nin tırmanışı

Soru şu: Türkiye, ekonomisi dibe vuran şu veya bu Avrupa ülkesi gibi olmak ister mi?

Artık liderlerimiz şunu rahatça söyleyebiliyorlar:

-Avrupa'ya yük olmaya değil, katkıda bulunmaya geliyoruz.

Bu bir özgüven ifadesi.

Belli ki Türkiye, aslında henüz tırmanma şeridinin ilk çıkış noktasında... Yani sol şeritte tırmanacağız ve sağ şeritte kalan pek çok aracı geçeceğiz. Birçok Avrupa ülkesi ise limitlere gelmiş durumda.

Aslında, şu anda çok gündeme gelmiyor olsa bile, bir yerden baktığınız zaman, insan unsuru itibariyle Türkiye, çok daha hayati bir potansiyelle ilerliyor. AB'nin yaşlanan nüfusunu ikame edecek bir yetişmiş Türkiye insan birikimi, ortaya nasıl bir denge çıkaracak, göreceğiz.

Ben, bir şeyin daha "insanlık değerleri"nin Türkiye'ye AB'den farklı bir güç sağlayacağına inanıyorum. Tabii ki, Batı'dan gelen popüler kültürün yıkımına uğramaz ve aile vs. alanlarındaki özgün değerlerimizi koruyabilirsek...

Türkiye-AB Karma Komisyonu üyesi Helene Flautre'un Zaman'da bir yazısı çıktı. Özetle diyor ki: "Genişlemeden sorumlu Komiser Stefan Fule, Türkiye'yi askıya alınan tüm maddeleri kapanabilir hale getirmeye çağırdı. Türkiye Fule'nin elini boşta bırakmamalı. Bir gün bir bahar havası eser ve tüm başlıklar bir gün içinde açılıp kapanabilir."

Bence de bir gün AB Türkiye'yi çağıracak ve belki de o gün, Cumhurbaşkanı Gül'ün zaman zaman seslendirdiği gibi Türkiye, Norveç gibi davranacak. Yani "ı-ıhh" diyecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar