Aynı gemideyiz (CHP de, CHP medyası da)

Bazılarının nedense pek görmediği, ya da görmek istemediği gerçek şu: Türkiye demokrasi limanına palamarlarla bağlanmış bir gemi gibi artık; bu limanı terk etmesi mümkün değil. Bunda yalnız halkımızın arzuları, daha önce ülkeye çeşitli maceralar yaşatmış olanların bıkması, usanması veya uslanması kadar, dışarının, dünya konjonktürünün Türkiye'den beklentisi de belirleyici bir rol oynuyor.

Türkiye bundan böyle demokrasisini güçlendirecek, çeşitlendirecek ve zenginleştirecek çağdaş bir ülke olmak zorunda.

Avrupa Birliği (AB) ile tam üyelik hedefli müzakereler bunu sağlamada en önemli unsurların başında geliyor. Almanya'da Angela Merkel ile Fransa'da Nicolas Sarkozy'nin işbaşına gelmeden önce zihinlerinde taşıdıkları 'Avrupa projesi' Türkiye'yi AB'den dışlamayı öngörüyordu; bugün ise görüyoruz, açılmayan dosyalar raflardan indiriliyor ve Türkiye AB yolunda kararlı adımlarla ilerliyor.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın bu hafta Brüksel'de yapacağı temaslar, Türkiye'nin 'Ulusal Program' başlığı altında AB'ye taahhütlerini yenilemesine yarayacak. Türkiye önümüzdeki beş yıl içerisinde gerçekleştireceği reformları, uyum amaçlı düzenlemeleri 'Ulusal Program' kapsamında değerlendirmiş bulunuyor.

Türkiye'nin demokrasi limanına sımsıkı bağlı kalacağının nişanesi yalnızca AB çıpası değil; yürüttüğü çok yönlü dış politika da ancak halkından büyük destek bulmuş demokratik bir hükümet eliyle gerçekleştirilebilecek bir şey... Filistin'den Pakistan'a uzanan geniş coğrafyada, nerede bir ihtilâf varsa, Türkiye o coğrafyanın bir unsuru olarak devrede ve daha önce başarılamamış açılımları kolayca gerçekleştirebiliyor. Türkiye'nin kolaylaştırıcı veya belirleyici olarak görev üstlendiği ihtilâflarda, daha önce yabancılara güvensizlikleri yüzünden çekimser kalmış kitleler, Ak Parti gibi bir partinin iktidarda bulunduğu, demokrasisi güçlü bir Müslüman ülkeden gelen teklifleri daha dikkatle dinliyorlar.

AB üyesi olma yolundaki, izlediği çok yönlü politikalar sayesinde dünyada itibarı artmış bir ülkenin ekonomisinin ilgi çekmemesi imkânsız. Yılın ilk yarısında yaşanan çizgi kırıklıkları olmasa ve bir önceki yılın trendi sürseydi, Türkiye 2008'de daha müreffeh bir ülke haline gelecekti. Yine de bütünüyle kaybolmuş değil 2008.

Yürütülen politikaların tek aksadığı nokta, elde edilen refahın geniş kitlelere ulaşmasının kolayca mümkün olmayışı... Geçmişin sakat ekonomi politikalarının dönemsel olarak (1994 ve 2001) milleti her seferinde yarı yarıya fakirleştiren olumsuz etkileri hâlâ sürüyor, ama bu bir mazeret değil. Ak Parti hükümetinin refahı tabana yaymak için daha çok çalışması ve bunu sağlayacak kalıcı tedbirler alması gerekiyor. O zamana kadar boşluğun sosyal yardım programlarıyla doldurulmaya çalışılması yerinde, ama yeterli değil...

Ak Parti gibi partilerin de teşvik edilmeye ve yön gösterilmeye ihtiyaçları vardır; erişkin demokrasilerde bu görevi muhalefet partileri yapar. Sosyal politikaları ihmal ettirmemek, refahın tabana yaygınlaştırılması için alternatif ekonomik paketler hazırlamak işi sol veya sosyalist partilerce yerine getirilir. Türkiye'de eksik olan da bu; Meclis'te temsil edilen sol partiler (CHP ve DSP) kendilerinden beklenen görevleri aksattıkları için, iktidar esas yoğunlaşması gereken alanda yeterince motive olamıyor.

Oysa, özellikle CHP gibi kitlede yüzde 10 ilâ yüzde 20 arasında gidip gelen bir tabana sahip sol muhalif bir partinin, özellikle bu damarı işleyerek kendini iktidar alternatifine dönüştürmesi pekâlâ mümkündür. CHP bu işleve soyunmak yerine, siyaset dışı güç odaklarının 'hınk' deyicisi olmayı yeğliyor...

Film de sol için tam burada kopuyor işte...

Geminin açık denizlerde meydana gelen çalkantılara uğradığı dönemlerde siyaset-dışı güç odaklarıyla içli dışlılığın bir anlamı olabilir, ama palamarla demokrasi limanına sımsıkı bağlanmış bir teknedeki muhalifler, bu yolla zararı sadece kendilerine verirler.

Yoksa CHP'liler kendilerini aynı gemide görmüyorlar mı? O zaman felâket!

Önceki ve Sonraki Yazılar