Din- Siyaset ve Toplumsal UZLAŞMANIN GENİŞLEMESİ

Türkiye’de din- siyaset ilişkileri açısından toplumsal kültürün içinden geçtiği bir merhale var. Bu, dinin siyasete artık kendini temsiliyet kavramından hareketle bakmamasıdır. Geçmiş tarihlerde dindarlığı hayatı belirleyici bir merkez şeklinde gören toplulukların seçmen tavrı günümüzdekinden çok başka idi. Seçmen, Müslümanca saydığı taleplerini politik alanda ifade eden ve “başkası adına kendisi” gibi davranan temsiliyet gücüne haiz karizmatik vekile göre öbekleşiyordu. Buna göre içtimai alanda esnaf, çiftçi, sanatkar, küçük memur kesimin dindarca yaşamaya dair söylem ve reflekslerinin politik alanda bir karşılığı olması gerekiyordu. Seçmen vekiline "Benim gibi davran" beklentisi ile yaklaşıyordu. Bunun biçimsel ve sembolist temsiliyet fikrini esas aldığı muhakkaktır. Politikacının, reyini aldığı kitlenin meclisteki izdüşümü ya da silüeti gibi algılandığı bir siyaset tavrı vardı. Siyasetin dindarlığın politik örgütlenmesi ve siyasi manada müesseseleşmesi şeklinde algılandığı açıktı. Dindarlar gündelik hayat içinde nasıl yaşamakta ise, kendisine temsil kabiliyeti verdiği siyasetçiyi de dindarlığı politik alanda üretecek bir kimlik adamı gibi kavradı. Hukuk arayışı ikincil planda idi.

Günümüzde seçmen tavrındaki gelişme ya da elde edilen merhale, politikanın, artık halkın dindarlığının aynıyla “gösterildiği” ya da  toplumsal inanca dair ideolojik söylemin ifade edildiği bir mecra olmaktan çıkmış olmasıyla ilgili. Kim ne derse desin Türkiye’de artık devlet ile din kendi asli kurumsal sahalarına doğru çekilmeye başlamıştır. Dindarlık, söylemler üzerinden kendini tanımlamaktan kurtulmakta ve dinin “toplumsal sözleşme”lerle yaşandığı hukuk tabanında hayata geçmesi gerektiğini algılamaktadır.

Politikacıların dindarlığı değil, politikacının “benim sözleşmelerime dair hukuki müeyyideleri icraya koyması” seçmen tavrında daha elzem görülmeye başlanmıştır. Aslında bu yaklaşım Osmanlı hukuk tasavvurunun da esası idi. Osmanlı Devleti’nde örfî (laik) hukukun ve laik müesseselerin şerîleşmek lüzumunu duymadan hükümran olduğu saha, bir çoklarının zanlarının aksine oldukça geniş idi. Osmanlı hukuk yapısının ikili bir niteliğe sahip olduğu ve halkın iktidardaki yöneticinin dindarlığını mesele etmediği bilinmektedir. Osmanlı hukuk sistemine atfedilen ikili yapının, İslam Medeniyeti’nin doğuşunda gündeme gelmiş bir olgu olduğu açıktı. Daha erken zamanlardan itibaren siyaset ile din arasındaki kopukluğu giderecek hukuk ekollerinin doğması ve bunun temsilcilerinin de İslam hukukçuları olması tesadüf değildi. Ebu Yusuf, Farabi, Gazali, Maverdi gibi alimlerin İslam hukukunu laik ve İslam dışı unsurlarla beslenerek geliştirmesi, İslam ile Siyaset’i uzlaştırması gerekmişti. İbn Cemaa, kendini Müslümanları yönetmeye atayarak bu yüce makamı zorla ele geçiren güçlü askeri liderin statüsünü meşru kabul etmişti. Bir şartla: Zamanın siyasi şartlarına verilen çok sayıdaki tavize rağmen, İslam’ın korunmasını sağlamak. İslam’ın korunması da İslam hukukçuları açısından namazın ikamesi, nikahın subutu, can- mal ve sözleşmelere emniyet sağlanması ile tahakkuk edecektir.

                Osmanlı’nın kuruluşunda dini toplulukların politik iktidarla ilişkisinde hukuk zemininde kaldıkları biliniyor. Sufî ve irşadî toplulukların meşrebi özelliklerini yansıtabilmeleri için siyasetle ilişkilerinde hukuk zeminini korumaları bir mecburiyetti. Anadolu’daki bu sufî hareketlilik, sufîlerin hizmetlerini verdikleri müesseselerin varlık ve vücudu ile halk tabakalarına ulaşmakta idi. Kaostan uzak bir toplum yapısı ve hukuk zemini, insanları kemâlâta yönlendiren çok sayıda tasavvuf, irfan ve ilim mektebinin oluşumuna yol açmıştı. İslamcılığın din devlet ilişkilerinde politik tercihleri eleştirmek yerine, dinin politik çoğulculuğa dönük farklı yaklaşımlarını, imkanlar arayışını olumlaması, en azından anlamaya çalışması gereklidir. Dindarlık politikanın tarafı değil, hukuk zemininin tarafıdır. Yusuf (as)’un kendisini zindana atan hukuk sistemini dönüştürdüğü unutulmamalıdır. Türkiye'de din- siyaset ilişkisi 1969 MNP çizgisinden taşmış ve siyaseti dönüştürmeye başlamıştır. Din- siyaset ilişkisi bakımından çoğulculuğu güçlendirecek yeni mecraların aranması, Türkiye’de gelecekte oluşması beklenen “Toplumsal Sözleşme”nin genişlemesi adına denenmeye değer bir yöneliştir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar