Hayatımın şarkıları

SÜRMELİ: Yozgat’ın milli marşı gibidir Sürmeli...

Küçükken yaz tatilinde Yozgat’a gittiğimizde bir çocuk için fazla ağır, fazla hüzünlü ve fazla vakur bu türküye bir türlü ısınamamıştım. Ama yetişkin olunca işin rengi değişti: Herkes gibi ben de efkarlanınca “Yozgat Sürmelisi”ni devreye sokmaya başladım.

SEVDAN OLMASA: Çocukluğum, mahalleler arası sağırlaşmaların henüz başlamadığı dönemlerde Anadolu kasabalarında geçti. Televizyon tek kanallı... En gür seda Erol Evgin’in... Sonra İlhan İrem var, Atilla Atasoy var, Barış Manço var... Ama Cem Karaca yasaklı galiba... Henüz bir erkeğin, kadın şarkıcıların dilini kullanarak hüzünlenebileceğini öğrenemediğim bir dönem. O yüzden bana sunulanla yetiniyorum ve “Sevdan olmasa” diye geziniyorum ortalıkta.


KAN VE GÜL:
Bir genç kız olan teyzem, İskender Doğan hayranı... Teyzemin bir defteri baştan sona İskender Doğan fotoğraflarıyla kaplı... Onun “Kan ve Gül” şarkısı ise, defterin en kanamalı şarkısı...


İRAN İRAN İRAN:
Bu arada politize oluyoruz. Erken dönem İslamcılık günleri... Evdeki teypte “Allahüekber / Humeyni rehber” nakaratlı İran Devrim Marşları çalıyor.


DİL YARASI:
12 Eylül geldi, ilk gençlik başladı... Kasaba delikanlıları “Ferdiciler” ve “Orhancılar” olarak bölünmüş. Ben “Orhancı” saflardayım. Sayıca azız ve ama daha havalıyız.


HEY TEACHER:
Her yeni ergenin okuldan ve öğretmenden nefret ettiği bir dönem olmuştur. Lise birdeyken Mimarlık’ta okuyan bir abiden Pink Floyd’u öğreniyorum ve öğretmene kıl olmaya Batı’dan meşruiyet sağlıyorum: “Hey teacher leave them kids alone”.


AMENNA:
Üniversite yılları... Ahmet Kaya diye birinden ilk kez haberdar oluyorum. İlk dinlediğim şarkı “Amenna”. Bir İslamcı olarak “Kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak amenna” dizesine acayip gıpta ediyorum.


GÖNÜL DAĞI:
Öğrenci evinde Hidayet adlı Kırşehirli bir arkadaşımız var. Beş para etmez bir teybe Neşet Ertaş denilen bir kırsal türkücüsünün kasetlerini koyuyor. Entel takılıyoruz ya... Nasıl da hoşlanmıyoruz bu köylü gırtlaktan... Ama Hidayet ısrarla ve inatla çalıyor. Sonra? Bir de bakıyoruz ki Neşet’in hastası olmuşuz...


BRANDENBURG KONÇERTOLARI:
Üniversitede mümin bir abimizle bir gece muhabbeti... Abimiz, “Ben Bach hayranıyımdır” demesin mi? Bir de “İslami açıdan Klasik Müzik dinlemek” konulu bir diskur çekmesin mi? Özenti kişilik, hemen Bach’a sarmasın mı?


MAHSUS MAHAL:
Ve Ruhi Su fırtınası... Hep beraber şuna karar veriyoruz: Bir türküyü Ruhi Su’dan dinledikten sonra, o türküyü bir daha asla başkasından dinleyemeyiz.


NEW YORK SOKAKLARI:
Bu arada birinciyle at başı giden ikinci bir hayatım var benim: MFÖ dinliyorum... Herkes MFÖ’den çılgınlık devşirirken ben melankoli devşiriyorum: “Bu sabah uyandırmamışlar beni / Ava giden dostlar / Ne güzel...”


(Belki devam eder.)

 

Yeni başlayanlar için Jet Fadıl

 

BU Jet Fadıl’ı başımıza bela eden Allah selamet versin Erbakan Hoca’mızdır.

Hikâyesini anlatayım:


Almanya’da camilerde para toplayıp holding kurma geleneğinin şahlanış dönemleriydi.


Türkiye’de küçük çapta işler yapan bizim uyanık Fadıl, Almanya’daki “tatlı para”yı fark etti.


Milli Görüş
’le bir ilgisi olmamasına rağmen hemen Almanya’ya Milli Görüş camilerine para toplamaya gitti. Fakat eli boş döndü.


Çünkü “para toplama” iznini Erbakan Hoca veriyordu.


Fadıl hemen Ankara’ya döndü ve Erbakan Hoca’dan izni kopardı... İzin karşılığında hangi ödünü verdi, Allah bilir.


Neyse... Kapı gibi para toplama iznini alan Fadıl, Milli Görüş camilerinde bu kez muzaffer bir komutan gibi karşılandı.


Uçuk hayallerini sattı, karşılığında Almancıların marklarını kaptı.


Holdinglerin çöküş döneminde ise ilk batan Jet Fadıl oldu.


İşitiyorum ki bizim Fadıl, şimdi yeniden kafayı çıkarmaya çalışıyormuş...


Müsterih olun, bu sefer tutmaz...

 

Gece dersleri

 

FERHAT GÖÇER GECESİ: Gazino denilince benim aklıma “Ah nerede eski gazinolar... Maksim kapanınca o gelenek de bitti...” şeklindeki o meşhur “sanat musikisi sanatçısı” yakınması gelir... Tabii bir de yerli filmlerde seyrettiğim gazino sahneleri. Ferhat Göçer dinlemeye Günay’a gidince, “Sanırım burası eski gazino geleneğinden vurucu izler taşıyor” dedim. Rahat, keyifli, kasmayan bir mekan... Nazlı Hanım’ın önderliğinde toplanmışız... “Güneşin sofrasında / dostların arasında”yız. Ve bütün bunların üstüne Ferhat Göçer’in seslendirdiği şahane şarkılar... Ne yalan söyleyeyim: Kendimi bir gecelik de olsa Hıncal Uluç gibi hissettim.


FERDİ ÖZBEĞEN GECESİ:
Taksim’de Larespark Hotel’in dışarıdan turistik gibi gözüken ama yemekleri şahane Portofino adlı bir restoranı vardır. Bu restoranda cumartesi geceleri Ferdi Özbeğen efsanesi hüküm sürüyor bir süredir. Sevgili dostum Nilgün Belgün’ün öncülüğünde gittik... Ferdi Özbeğen vakitlice sahne aldı... Ve piyano eşliğinde başladı şarkılarını söylemeye... Her şarkıda hayatımın belli bir dönemine gittim... Ve sonunda şunu itiraf ettim: Meğer Ferdi Özbeğen, benim hayatımda sandığımdan daha çok yer tutmuş. Meğer Ferdi Özbeğen’i ne de çok dinlemişim... Masadaki herkes benimle aynı fikirdeydi.

 

Kimse size dinci oldular demiyor

 

MAJESTELERİNİN karikatüristi Salih Memecan kardeşim dert yanıyor: “Hükümeti destekliyoruz diye bazıları eşim ve beni, dinci-muhafazakar sanıyor.”

Ne kadar bayat, ne kadar modası geçmiş bir yakınma...


Eskiden olsa bir karşılığı vardı ama şimdi yok.


Çünkü en katı laikler bile Salih Memecan ve eşini, “Bunlar muhafazakâr / dinci oldu” diye yadırgamıyorlar.


Peki neden yadırgıyorlar?


Neden olacak, “Bunlar yalaka oldu” diye
yadırgıyorlar. 


 

Önceki ve Sonraki Yazılar