Yavuz ORTA
İçi Boş İnsanların Bu Dünyada Yeri Yok
Barış Manço’nun Halil İbrahim Sofrası’ndaki o unutulmaz söz hep kulağımdadır:
“İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok.”
“İçi boş insanların bu dünyada yeri yok.”
Bu şarkı, sadece islenmiş, dibi tutmuş bir tencereyi değil, insanlığın büyük imtihanını anlatır.
Çünkü o tencere; kurumları, partileri, cemaatleri, teşkilatları, toplumları, devletleri simgeler.
İçi boş tencere, pişmeyen yemek, doyurmayan kaptır.
İçi boş insan, üretmeyen akıl, hissetmeyen kalp, sorumluluk almayan yürektir.
Bu yüzden bu sözler bir şarkıdan çok, hayatın ölçüsüdür.
Bazen bu tencereler, görünüşte çok büyük olabilir.
Üzerlerinde süslü logolar, arkalarında devasa bütçeler vardır.
Ama içleri boşsa — yani mazluma dokunmuyorsa, aç bir çocuğun karnını doyurmuyorsa, insanları maddi ve manevi olarak besleyemiyorsa —
o zaman o tencere, o sofrada sadece yer kaplayan kocaman, hantal bir ağırlıktır.
Ama o ağırlık, faydanın değil, israfın ve gösterişin ağırlığıdır.
Bu yüzden varlığı, çoğu zaman faydadan çok zarar getirir.
Çünkü içi boş bir tencere, sadece ses çıkarır —
ama karın doyurmaz.
Bugün etrafımıza baktığımızda manzara tam da budur: kocaman, ama içi boş tencereler.
Büyük laflar eden liderler, yüksek binalarda oturan yöneticiler, milyarlarca doları yöneten yardım kuruluşları…
Eğer bu yapıların başındaki insanların kapıcısı, odacısı, temizlikçisi, asistanı, şoförü, koruması, kalemi, özel kalemi, yalakası, şakşakçısı, yardakçısı, yandaşı görevlerini hakkıyla yaparken;
bu adamlar bir elleri yağda bir elleri balda,
hangi restoranda tıkınacaklarının derdine düşerken, bu arada — o “tencerelerden” hizmet bekleyenlerin payına bir kase sıcak çorba bile düşmüyorsa,
sormak gerekir:
O tencere ne işe yarar ki?
Ya da daha doğru bir soru:
Tencerenin kapağı — yani başındaki yönetici — neye yarar ki?
İçi boş tencereler, içi boş insanlar üretir.
Çünkü insan, kendi karnını doyurmanın derdine düştükçe, başkasının açlığını unutur;
hayatta kalmaya odaklandıkça, insan kalmayı unutur. Maslow hiyerarşisi buna çok güzel bir örnektir.
Bugün, Müslüman coğrafyalar açlık, sefalet ve savaşlarla sarsılırken,
bazen bir bakıyoruz ki, Müslüman’ın derdine, Müslüman olmayanlar daha hızlı koşuyor.
Eğer bir Jennifer, Maria ya da Elizabeth,
yaralı bir çocuğa ilaç yetiştirmek,
yanan yüreklere su serpmek için,
Ahmet’ten, Mehmet’ten, Ayşe’den daha fazla gayret gösteriyorsa,
bizim durup, derin derin düşünmemiz gerekmez mi?
Bu mesele yalnızca dinin, ümmetin ya da ideolojilerin değil;
insanlığın imtihanıdır.
Ve bu sınavda biz, ne yazık ki sınıfta kalmışız.
Evet, söylemek ağır ama gerçektir:
Yazık bize…
“Kula kulluk edenlerse ömür boyu taş döşeye.”
Barış Manço’nun bu dizesi, sadece bir uyarı değil, bir hüküm gibidir.
Çünkü bugün hâlâ Allah’ı bırakıp kula kulluk eden, güç sahiplerinin önünde eğilen, menfaat uğruna onurunu satan insanlar var.
Zira onlar, kula kulluk ederken farkında olmadan Halil İbrahim Sofrası’nı kirletiyor;
Allah’ın bize emanet ettiği o güzeller güzeli dünya,
içi boş insanların ellerinde cehenneme dönüyor.
Bu çürümenin, bu ahlaki yangının sorumluluğu yalnız onlarda değil;
onlara sessiz kalanlarda, boyun eğenlerde,
yani kula kulluğu kabullenen herkeste var.
“Bazen durur bakarım bu ibret tablosuna;
Kimi tatlı peşinde, kimininse tuzu yok.”
Gerçekten de bir ibret tablosu…
Bir tarafta şatafatlı düğünler, gösterişli sofralar, lüks araçlar ve israfı günah saymayan, her türlü rezaleti normalleştiren bir yaşam tarzı;
öte tarafta ise tuzuna banacak lokma ekmek bulamayan insanlar…
Yanlışlık Allah’ın adaletinde değil;
yanlışlık bizim adaletsizliğimizde.
Bizim, birbirimize karşı körleşen vicdanlarımızda,
kendimizi küçük tanrılar gibi görmemizde,
etrafımızdakileri aşağı, kendimizi üstün gören kibirimizde.
Karnımız doyunca, koltuğumuz rahat olunca,
bir de ismimizin önüne küçük bir unvan eklenince
unutuyoruz her şeyi…
Dünyamızı da, ahiretimizi de, hatta kendimizi de.
Ve ne yazık ki artık,
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözü,
hem amentümüz hem de umursamazlığımızın şiarı olmuş durumda.
Oysa geçmişe baktığımızda görüyoruz ki, ümmeti ayağa kaldıranlar her zaman içi dolu insanlar olmuştur.
Komşusu açken uyu(ya)mayan Müslümanlar…
Hz. Ömer’in adaletiyle, Selahaddin Eyyubi’nin fedakârlığıyla, Mevlânâ’nın sevgisiyle yaşayan yürekler…
Onlar dünyaya boş sözleriyle değil, varlıklarıyla bereket katmışlardır.
Boş vaatlerle, yalan sözlerle değil;
adaletleriyle, cesaretleriyle, merhametleriyle umut olmuşlardır —
hem mazluma, hem gayrimüslime.
Çünkü onların felsefesi basitti ve derindi:
İyilik gizlenmez, adalet ertelenmez, merhamet seçilmez.
Ve bu üçü bir araya geldiğinde,
dünya denilen sofra gerçekten bereket bulurdu.
Bugün de ihtiyacımız olan şey tam olarak budur:
Nefsini değil ümmeti önceleyen, kendi lüksünü değil kardeşinin derdini düşünen insanlar.
Çünkü Halil İbrahim Sofrası’nda boş tencereye de, boş insana da, boş lafa da yer yoktur.
Orada yalnızca samimiyetin, adaletin ve paylaşmanın tadı vardır.
Rabbim, bu ümmeti içi boş kurumların ve içi boş insanların eline bırakmasın.
Bizlere; adaletle, merhametle, paylaşmayla dolu tencereler nasip etsin.
Unutmayalım: Sofra hepimizin.
Gerçek kurtuluş, sofralarımızı ihtişamla değil, kardeşlikle; gösterişle değil, adaletle;
sözle değil, merhametle doldurduğumuz günlerde mümkün olacaktır.
Kalın sağlıcakla.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.