İSLAM VE BATI

İslam’ın Batı ile çatışması, Batı’nın Osmanlı hükümranlığını bozarak İslam siyaset düşüncesinde bir boşluk oluşturması ile ortaya çıkan bir algılamadır. İslam, bir din olarak bütün tarihi boyunca, “Batı” ile hiçbir zaman çatışma miti dolayımında karşı karşıya gelmedi. O, İbrahimî geleneğin son halkası ve ihya edicisi olarak Yahudilik ve Hristiyanlığın hayat bulduğu jeopolitikle ilişkiye girmek durumundaydı. Kur’an’ın “Ümmül Kura” diye nitelediği Mekke şehrinden neşet etmiş Peygamber’in (asv) İstanbul’u işaret etmesi, İslam’ın önceki iki peygamberin ümmetlerine vahyi ulaştırmak ve onlarla yakınlığı yeniden tesis etmek niyetinin bir neticesi sayılabilir. İslam bu iki dinle ilişkiyi bir zaruret gördü ve onlara bekledikleri “mesih”e Tevrat ve İncil’den farklı bir kitapta ulaşacaklarını söylemiş oldu. Bu nedenle Batı’nın “1492 utancı”na benzer bir tavır hiçbir zaman Müslümanların yüzüne çalınmadı. Ayrıca İslam, Osmanlı ve Endülüs vesilesiyle Batı’lı toplumları yönetebilecek liyakatte olduğunu onlara kabul ettirdi. Bugünkü Batı uygarlığının mensubu olduğumuz vahiy temelli İbrahimî medeniyetten beslendiğini söyledi. Osmanlı'nın hep Batı'ya doğru yürümeyi temel-politik edinişini ve Doğu'daki göçebeliği "medenileştirmesini" bu perspektiften okumak mümkün gibidir. Göçebeler Osmanlı'da medenileştiler ve Batı toplumları ise Osmanlı vesilesiyle İbrahimî geleneğe bağlılıklarına mahsus bir sulh-barış gördüler. Ancak buna razı kalmayan seçkinci bir kent-uygarlık tavrı vardı. Batı ve Modernizm, dünyamıza bu zihniyetten fırlatılmıştır.

İslam, Ya­hu­di­li­ğin ve Hristiyanlığın ilahi mesaj üzerindeki tahrifini temizledi. Onlarla içtimai ilişkiler geliştirdi. Evlilik yaptı, temiz yiyeceklerini yedi, ibadethanelerinde namaz kıldı, aynı mahalleyi paylaştı. Yahudilik bir anlamda kurtuluşu tek bir kavmin inhisarına dayamakla çözümsüzlüğe saplanmıştı. Hristiyanlık ise Yahudiliğin tek ulusçu öğretisini aşma çabası içinde karşılaştığı paganlara inancı anlatırken o kültürlerin inanç öğretilerine bulaşmış, tevhidi bozmuş, teslise batmıştı. İslam hem ulus-din zihniyetini aşmak ve hem de paganları İslam toplumuna kazandırırken onların kültür-öğretilerinin etkilerine dirençli bir inanç/medeniyet dünyası kurmak durumundaydı.

İs­lam’ın neşet ettikten hemen sonra Roma-Bi­zans jeopolitiğinde ya­yıl­ma­sının Avrupa-Batı’nın zihni tasavvurları bakımından bir başka önemi da­ha vardı. İslam göçebe denilebilecek bir toplumsal siyaset dünyasından çıkarak Batı’nın kent-uygarlık tasavvurunu dönüştürmekle İbrahim (as)’in iki oğlundan İshakoğullarının bağlı olduğu modelin insanlığın tek yolu olmadığını da ortaya koydu. Bilindiği üzere İshak doğunca annesi Sara, Hacer ile İsmail’i kentte istememiş ve İbrahim (as) de onları Allah’ın evi olan Kabe’nin içinde bulunduğu “kır”a götürmüştü. İslam göçebeliğin içinde medeniyet tasavvuru geliştirmiş, kente karşı şehri inşa edebilmiş tek medeniyet hamlesi olarak temayüz etti. İshak soyundan gelen tüm peygamberlerin Yusuf (as), Davut (as), Süleyman (as), Musa (as), İsa (as)’nın modern dünyayı oluşturan felsefeleri bir şekilde biçimlendirdiği söylenebilir. Hepsinde İshak’tan başlayarak bir “seçilmişlik” misyonu, kent biçimlenmesi ve “kral peygamber” beklentisi ister istemez akîdenin parçası idi. İsmail Peygamber ile temsil edilen ve Hz. Muhammed (asv) ile tecessüm eden “gariplik” ve “fukaralık” çevresinde inşa edilmiş siyaset teorisi Batı’nın (Judeo- Hristiyanlığın) kabul edemeyeceği bir karizma algılaması geliştirmiş oldu. Bizim peygamberimiz kim ne derse desin "fakir"di, sahip olduklarını infak ediyordu ve mesela Süleyman (as) gibi taht üstünde yaşamıyordu. Bu nedenle İslam’ın Batı’ya doğru çok hızlı ilerlemesi ve göçebeleri yerleşik hayata intibak ettirmeyi başaran olağan-dışı hukuk-ahlâk-bilgi teorisi ile gelmesi Av­ru­pa’da endişeye ne­den ol­du. Avrupa’nın İslam ile çatışması  ve Haç­lı Se­fer­le­ri’ni dü­zen­len­me­si;­ İslam’ın Yusuf (as), Davut (as), Süleyman (as), Musa (as), İsa (as)’yı kendi paradigmasına bağlayarak yeniden anlamlandırmasında ve İbrahim (as) ile irtibatı “kral peygamber” tasavvurundan çıkarıp “Ümmül Kura”da yani Allah’ın Evi’nde Kitap ve Hikmet okuyan “garip-fakir peygambere” bağlaması ile ilgili idi. Merkezi hareket noktasının Mekke’ye bağlanması ile teoloji dünya çapında evrensel bir muharrik noktaya kavuşmuş oldu. İslam, İsacılığın manastıra çekilmesini aşan bir kır-şehir modülasyonu ile geldi. Bu kırı vakıa olarak kabul eden bir şehir tasavvuru idi. Kırdaki yarı-muhtar iktidarları belli koşullarda kendi haline bıraktı. Onların dilini, iktisadî seçmelerini değiştirmeye çalışmadı. Dolayısıyla Batı modernliğinin bütün dünyayı Batılılaştırmasına benzer tek boyutlu, tek kültürlü, tek merkezli toplum biçimlenmesine rıza göstermedi. Peygamber (asv)'in yaşayışı hiç bir zaman İmparator'a benzemediği için kırı-göçebeliği-basitliği üflenmiş bir köz gibi canlı tuttu. Böylece ona sufîler, garipler, yolcular, fakirler, abidler, çaresizler... nezdinde sevgi ve muhabbet duyulması şaşırtıcı değildir. Hiçbir imparator bu sevgiyi tadamıyacaktır.

Bu, İslam’ın Batı toplumlarından farklı olarak Batı’nın hiç bir zaman uzlaşmak ve anlaşmak niyeti göstermediği pagan- göçebe toplulukları dönüştürebileceğini göstermesi bakımından da kayda değer olduğunun bir işaretidir. İslam, dünya çapında büyük bir mesaj olduğunu Batı (Judeo- Hristiyan) toplumlarına göstererek İbrahimî geleneği kemâle erdirdi. Batı’nın kentli olmayan toplulukları emperyalist hırsızlığın objesi kılma niyetine karşı İslam, kırda da yaşanılabilir bir “din” ve “hayat” formu olduğunu; Batı’nın “laiklik” “özgürlük” “eşitlik” kavramları altında çok kültürlülüğü ezdiğini gösterdi. İslam Batı’ya doğru ilerlerken, Judeo- Hristiyan kültürle aynı kaynaktan (İbrahimîlikten) çıkmışken, Akdeniz havzasına aidiyetteyken... dahi, Batı’yı çatlatan/çatırdatan çok kültürlü “uzak dünyanın” sesi ve temsilcisi olmayı bildi. İs­lam’ın Avrupa dışı uzak- dünyanın yaşamak ve varolmak meselesini sırtlanarak Batı içinde kül­tü­rel mey­dan oku­ma­nın dilini inşa etmesi tesadüf değildir. Burada dikkat! diyorum. İslam çatışma miti üretmediği halde, Batı içinde kül­tü­rel mey­dan oku­ma­nın dilini inşa etmiştir. Batı’nın İslam ile çatışmasının nedeni budur.

Bu nedenle İslam tarihinin hiçbir döneminde “Doğu” denilen Budist-Hindu-Şaman toplumlara söylem üretmemiştir, Doğu’dan çıktığı halde “Doğu’ya ait havzada” olmamıştır. Ama “Doğu”nun İslam’a, Batı’daki ilerleyişi ölçüsünde yaklaştığı, kendi ruhu ile yakın tınılar bulduğu, göç ettiği, Batı içinde yaşayan İslam’la benzeştiği söylenebilir. İslam “Doğu’dan gelmeyen bir nûr”dur.

Şimdi bugün, çatışmanın kaynağı Batı modernitesinin yeryüzündeki konumu olduğu halde, İslam’ın “uzak dünyaya” seslenen bir söyleme dönüşmesi ve kavramlarını “İshakoğullarının kadim geleneğinden” devşirmesi nasıl yorumlanabilir?  

Önceki ve Sonraki Yazılar