Kapının Ardı Gurbetlik

Çocukluğumda gurbetle ilgili en çok duyduğum tanımlamalardan birisi şuydu: “Nasreddin Hoca, ‘Kapının ardı gurbetlik’ dermiş.”

Yalnız doğuyoruz. Yaşarken hayat çizgimizin bazı noktalarında yalnızlığı iliklerimize kadar hissediyoruz. Ölürken de tek başımızayız. Yapayalnızız. Ahirete götüreceğimiz güzel amellerimiz, kazandığımız dostlar, fethettiğimiz kalpler varsa, ne mutlu bize!

Aksi takdirde dünyalık, mal ve menfaat dışında bir düşüncemiz, “daha çok dünyalık biriktirmek” dışında bir kaygımız olmadıysa, ne yazık bize, vah bize!

Dostluk, yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik ortak paydası ile bir araya gelen insanların mekânları ayrı olsa da gönül birliktelikleri devam eder. İhtiyaç hâsıl olduğunda yeniden aynı çatı altında toplanmalarının bir zorluğu yoktur.

Deniz Feneri Derneği’nin Genel Merkezinde 5 Haziran 2010 cumartesi gerçekleştirilen “pilav günü”nde duygular kabardı, gözler yaşardı, hasret giderildi. Eski-yeni personeli bir araya getiren “fener dostluğu” grubu hayra vesile olmuş çok dua almıştı.

Pilav gününe katılanlardan Hümeyra Tektaş, duygu yüklü satırlarıyla katılımcıların gönüllerine tercüman olmuş. Tektaş’ın benim hissettiklerimi de içeren notlarını paylaşıyorum..

Gönül Kuşlarından

Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş, bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş. Dolduramaz boşluğunu ne ana ne kardaş, bu en güzel bu en sıcak duygudur arkadaş. Ortak olmak her sevince, her derde kedere ve yürümek ömür boyu beraberce el ele.. Olmasın hiç o ta içten gülen gözlerde yaş, yollarımız ayrılsa bile seninle arkadaş…” 

 Bir şarkı ancak bu kadar güzel anlatabilirdi yaşananları. Evet, bir kıvılcımdı önce içimize düşen, ardından kocaman bir volkan oldu da farkına varamadık. O küçük kıvılcımdı bizi bir arada tutan ve gün geçtikçe büyüyüp volkana dönüşecek olan. Sonra boşluğunu ne ana ne de kardeşimizin dolduramadığı günler düştü payımıza. Ortaktık her sevince, her kedere çünkü keder ve sevincin tam da ortasındaydık. Geceyle sabahın, varlıkla yokluğun arasına çekilmiş beyaz bir çizgide yoruluyor ve yoğruluyorduk. Bir yuva nasıl büyütüyorsa yavruyu öyle de büyüyordu büyüdüğünü sandığımız yüreklerimiz. Neydi bizi küçük bir kıvılcımken volkan eyleyen, neydi kocaman bir volkanken küllerimizi nice yollara serpiştiren. Bir yangın yeriydi yüreklerimiz ve bir başka yangın yerinden geriye kalanlardı bizleri orada, öylece bekleyen… Pencereden uçup giden kuşlar bir bir yuvaya dönüyordu sanki. Bazı kuşlar hep oradaydı, o sıcacık yuvada, bazılarıysa beraberinde yavru kuşları da peşlerine takarak dönüyorlardı tek başlarına çıktıkları yuvalarından. O sıcacık yuvanın yeni fertleri olmaya namzet kuşlar…

Hiçbir yuvaya benzemiyordu burası. Bir yuvada onlarca baba, onlarca dost ve yüzlerce kardeş ve ellerinden tutulmasını bekleyen binlerce insanlar olabilir miydi? Hepsini bir arada barındırabilir miydi? Birkaç kaşık pilav, bir iki yudum ayran nasıl güzel bir buluşmaya vesile oldular bilebilselerdi. Onlar bahaneydi, bizler bahanesiz, bahaneli olanları da eksik etmeden hasbihalleştik. Gelenler gelmeyenleri sordu. Gelemeyenlerden gönderilen selamlar uçuştu. Herkesin gözlerinde aynı ifadeydi gördüğüm:” Sizi çok özledim” diyordu herkes sanki. “Çok özledim ve geldim”.  Gün be gün çoğalan bir özlem büyütüyordum içimde ancak bu kadar özlediğimin farkına varamadığımı anladım ve bu kadar özleneceğimin de. Bir zamanlar birlikte olduğumuz ve her gün bir önceki günden daha çok şükretmemiz gereken yuvamızdan şimdi kilometrelerce uzaktayız. Hani ”Sen bir kuş uçur yeter “ denir ya gurbette olanlara, “Bir kuş uçur, bir haber ver.” Biz gönül kuşlarımızı da orada bıraktık. Hani bir gün sormuşlar ya Nasreddin Hocaya  “Gurbet nedir ?“ diye. “Kapının arkasına geçiver beni görebiliyor musun?” demiş ve “İşte budur gurbetlik” diye eklemiş. 

Kapılar ardındayız artık her birimiz. Bir yabancının gizli ve naif kederiyle ayrılıyor gibiyiz, hiç olmadığımız kadar tanıdık, hiç olmadığımız kadar yakınken; vaktiyle nice dar kapılardan geçtik, nice imtihanları geride bıraktık da aslında birçok şeyi  geride bırakmadığımızı da anladık; yani vefayı, yani dostluğu ve en nihayetinde duayı…

Osmanlı kapıyı sürgüle dermiş hep, kapıyı kapat demek beddua hükmüne geçer endişesiyle. Rabbim kimsenin kapılarını sonuna dek kapatmasın! Rabbim yuvamızı her daim ardına kadar açık tutsun. Bizler sürgülü kapıların hemen önünde yeni buluşmaları beklerken, yuvamıza yeni yeni kapılar inşa edilsin ve kapılar ardında bekleyen Ensarî yürekli insanlar, evet sizler! Gözlerinizin değdiği, sesinizin ulaştığı, elinizin yettiği her yerden nice muhabbet fedaileri inkişaf etsin ve gönül kuşları başlarınızın üstünde her dem tavaf etsin…

Hani diyor ya şarkının son sözleri:

“Evet arkadaş kim olduğumu, ne olduğumu nerden gelip nereye gittiğimi sen öğrettin bana,  elimden tutup karanlıktan aydınlığa sen çıkarttın, bana yürümeyi öğrettin yeniden el ele ve daima ileriye, bir gün birbirimizden ayrı düşsek bile biliyorum hiçbir zaman ayrı değil yollarımız. Ve aynı yolda yürüdükçe gün gelir ellerimiz yine dostça birleşir, ayrılsak bile kopamayız…”

Vesselam…

gumuslale@gmail.com

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.