Medeniyet krizi ve sinemanın imkânları

Felsefenin bittiğini, felsefenin yerini sinemanın aldığını söylerken, yaşadığımız gündelik sorunlarla ilgisi olmayan bir cümle kurmuyorum. Aksine gündelik hayatta karşımıza çıkan yakıcı sorunların kökenine ve nasıl anlaşılıp aşılabileceğine ilişkin köklü cümleler kurma kaygısı içindeyim.

Felsefenin bitmesi, felsefenin yerini sinemanın alması demek, bir dünyanın bitmesi, başka bir dünyanın inşasının nasıl mümkün olabileceğine dair yeni bir yolculuğun başla/tıl/ması demek aslında.

Çünkü felsefenin bitmesi, salt cüz'î akla dayalı teorik felsefenin değil, pratik felsefe ekseninde kurulan modern dünyanın bütün sözlerinin bitmesi anlamına geliyor.

Felsefenin bitişiyle bir dünya / modernlik sona ermiş, yeni bir dünya inşası arayışı içine girilmiştir. Ancak Batı'da romantik çağla başlayan, zamanla postmodernliğe evrilen ve yalnızca yokoluş estetiği -yani dekadans- üreten bu arayış ise tam anlamıyla duvara toslamıştır.

Ayrıca Batı uygarlığının dışındaki medeniyet havzalarının hepsi de, postmo-dern -yani anarşik ve kaotik, katastrofik ve kakafonik- bir atmosferin orta yerine fırlatıldıkları ve bütün aslî dinamikleri metamorfoza uğra/tıl/dıkları için seküler-kapitalist sistem tarafından önce uyutulmuş, sonra da yutulmuşlardır. Çünkü postmodern söylemler ve eylemler, Batı-dışındaki medeniyet havzalarının direnç noktalarını kırmış, bu medeniyet havzalarını önce dizüstü, sonra da sırtüstü yere sermiş, düşürüldüğü yere mahkûm etmiştir.

Dünyadaki medeniyet havzaları içinde, neo-seküler ve neo-liberal postmodern dekadans biçimlerine karşı canlılık ve hayat emaresi, direniş ve diriliş iradesi geliştirebilecek tek coğrafyanın İslâm medeniyet coğrafyası olduğu anlaşıldığı içindir ki, İslâm, terör gibi ayartıcı ve baştan çıkarıcı bahanelerle hedef tahtasına yerleştirilerek "çarmıha gerilme" temrinlerine maruz kılınmaktadır.

Batılılar, Nietzsche'nin, "İslâm'ın önünde diz çökmeliydik" çağrısına kulak kabartmak yerine, İslâm'ı dize getirme, Batı uygarlığının önünde diz çöktürme kaygısı gütmekle, aslında, yeni bir dünya inşası arayışının adresinin neresi olduğunu da açıkça ifşa ve ilan etmiş olmuyorlar mı?

Bütün bunların felsefenin bitmesi, felsefenin yerini sinemanın almasıyla alakasına gelince…

Tarkovsky, sinemanın imkânlarını yeterince keşfedemediğimizden sözetmişti.

Sinemanın zaaflarını sonuna kadar kullanan Klasik Hollywood'u, popüler sinemayı çöp tenekesine atarak konuşmak gerekirse, bugün sinemanın imkânlarının, insanın kendini, hayatı ve keşfedilmemiş kıtaları keşfetme sürecinde, Latin Amerikan, Afrika, Çin ve İran Sineması tarafından enfes şekillerde keşfedilmeye başlandığını görü-yoruz.

Yeni bir dünya inşası arayışı ve çabası, sinemayla mümkün olabilir. Çünkü sinema, Batı uygarlığının yaşadığı medeniyet krizinin -varoluş ve hakîkat bunalımının- çocuğudur. Nietzsche, bu bunalımı görmüş, iliklerine kadar yaşamış, bu bunalımın kökenlerine arkeolojik ve jeneolojik kazılar yapmış ve "ahlâkımız, felsefemiz, dekandans biçimleri hâline dönüştü. Karşı-devrim, sanattır" diyerek bunalımın nasıl anlaşılabileceğini ve aşılabileceğini göstermiş cins bir kafadır.

Nietzsche, sinemaya; sinema da Nietzsche'ye yetişemedi ne yazık ki. Ama bu o kadar önemli değil. Asıl önemli olan şu: Sinema, hem Nietzsche'dir; hem de daha fazlası. (Ne demek istediğimi ayrı bir yazıda tartışacağım).

Medeniyet krizini ancak sanatçı-düşünürler görebilir ve yine medeniyet krizinin nasıl aşılabileceğini ancak sanatçı-düşünürler gösterebilir bize. İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci kriz sırasında, Selçuklu medeniyeti, gerçekleştirdiği etik, estetik ve rûhî sıçramayla hem krizi tasvir ve tarif etmiş, hem de krizin nasıl aşılabileceğinin yollarını göstererek yapı taşlarını döşemişti. Ve birinci medeniyet krizi, etik, estetik ve adalet ilkeleri üzerine kurulan Osmanlı hamlesiyle aşılmıştı.

Aynı şey Batı'daki Rönesans hareketi için de geçerliydi. Rönesans, öncelikli olarak sanatta başlamış, sonra da felsefe ve bilimde yemişlerini "yemişti".

Şiir, İslâm'ın doğduğu çağın zeitgeist'ıydı. Sinema ise çağımızın zeitgeist'ı. Hz. Peygamber'in övdüğü şiirle yerdiği şiirin ne olduğuna yakından baktığımız zaman, "övülecek" sinema ile "yerilecek" sinemanın da ne olabileceğini fark edebilmemiz imkân dahiline girecektir. Bu da Pazartesi'ne artık…

Önceki ve Sonraki Yazılar