Medya, nasıl seküler 'kilise'lere dönüştü?

Modern yazılı kültür, matbaanın icadıyla birlikte gelişmiş bir kültürdür. Matbaanın icadından da, yazılı kültürden de sözederken, aslında modernlikten, modern dünya tasavvurundan, modernliğin seküler Tanrı, insan ve kâinât tasavvurundan sözederiz.

Yazılı kültür, modernliğin ürünü olan bir kültürdür. O yüzden yazılı kültür, modernliğin kavramlarını, anlam haritalarını ve anlamlandırma pratiklerini şifreleyerek yeniden üretir: Matbaa ve dolayısıyla modern yazılı kültür, seküler Batı uygarlığının hem temel kurucu kodlarını ele verir, hem sunar, hem de yeniden üretir.

Marksist edebiyat teorisyeni Terry Eagleton, romanın ortaya çıkışıyla birlikte, romanın hem dinin yerini aldığını, hem de büyük ölçüde dinin kodlarını, dolayısıyla dilini kullandığını hatırlatır bize.

Aynı gözlemleri, bütün bir medya endüstrisi ve kültürü için de yapabiliriz. Tıpkı roman gibi, önce gazetenin, sonra da televizyonun hem dinin yerini aldığını, hem dinin gördüğü işlevleri gördüğünü, hem de dini dönüştürerek sekülerleştirilmiş bir din icat ettiğini söyleyebiliriz.

Hegel'in, gazetenin, “modern insanın sabah ibadeti olduğu” şeklindeki gözlemi, yazılı, sesli ve görüntülü medyanın nasıl dinin yerini aldığını göstermesi bakımından önemsenmesi gereken bir gözlemdir. Benzer bir gözlemi, film teorisyeni David Bordwell de sinema salonları için yapar ve “sinema salonlarının seküler katedraller” olduğunu söyler.

Öte yandan, eğer matbaa olmamış olsaydı, Protestanlık, en azından bütün bir Avrupa'da, daha sonra da Amerika'da hâkim veya başat din hâlini alamazdı. Protestanlığın yaygınlaştırılmasında ve köksalmasında Osmanlı'nın, özellikle Kanunî döneminden itibaren önemli katkılarının olduğunu da burada yeri gelmişken hatırlatmak yararlı olabilir.

Protestanlık, dinin sekülerleştirilmesiyle sonuçlanan bir çabadır. Dinin sekülerleştirilmesi demek, dinin dünyadan uzaklaştırılması demektir aynı zamanda. Dinin sekülerleştirilmesiyle birlikte, Batı'daki otorite, hegemonya ve meşruiyet kaynaklarını artık Kilise değil, Kilise Tanrısı'nın yerine geçen ve tanrılaştırılan seküler insan almıştır.

Dinin hayattan uzaklaştırılması, edebiyat, sanat ve ardından da medya endüstrisinin ve çabalarının hem dinin yerini alması ve dinin gördüğü işlevi görmesi, hem de dünyevî ve beşerî olanın dinselleştirmesiyle sonuçlanmıştır.

Protestanlaşma, insanların dine göre hareket etmeleri değil, dini kendi arzularına, algılama biçimlerine göre şekillendirmeleri; yani insanların dine uymaları değil, dini kendilerine uydurmaları çabasıdır. Protestalığın, dinin evrensel / ekümenik gövdesini tam ortadan yararak, dini millîleştirmesi, millî kiliselerin ortaya çıkmasına neden olması, kapitalizmin doğuşunda belirleyici itici güçlerin başında gelmesi, bütün bunların hepsi, aslında sekülerleşmenin, dolayısıyla modernliğin kaçınılmaz sonuçlarıdır.

Osmanlı'ya matbaanın geç gelmesinin nedenleri burada gizlidir. Aslında matbaa Osmanlı'ya Avrupa'yla aynı yıllarda girmiştir; ama Osmanlı yönetimi matbaanın Müslüman nüfus yerine, gayr-i müslim nüfus arasında yaygınlaşmasına izin vermiştir. Çünkü matbaa, tıpkı Avrupa'da olduğu gibi öncelikle dînî metinlerin basılmasında, dolayısıyla din etrafında sürdürülen tartışmaların yayılmasında ve yaygınlaştırılmasında kullanılmıştır.

Matbaa, bir yandan Avrupa'nın millî devletlere, millî kültürlere, millî dillere ve millî kiliselere bölünmesinde, öte yandan da, Avrupalı ulus-devletler arasındaki hegemonya mücadelelerinin kızışmasında ve hatta Avrupa'nın iç savaşların eşiğine sürüklenmesinde birinci derecede rol oynamıştır.

Başka bir deyişle, matbaanın icadı Avrupa'nın siyasî olarak bütünleşmesini engellemiş, kapitalizmin azmanlaşmasına yol açacak bütün kavramları ve kurumları hazırlayıp yaygınlaştırarak Avrupa emperyalizminin ve sömürgeciliğinin yeni boyutlar kazanmasına neden olmuştur.

Matbaanın en önemli sonuçlarından biri, yazılı, sesli ve görüntülü kitle iletişim araçlarının, seküler kiliselere dönüşmesi, din-dışı kutsallıklar üretmesi, seküler ikonları yaygınlaştırmasıdır.

Modernliğin insanı ve hayatı sadece bu dünyaya, tek boyuta indirgemesi, dini hayattan uzaklaştırması, medyanın tam bu noktada dünyevî ve beşerî olanı dinselleştirmesine, kutsallaştırmasına, ayartıcı, baştan çıkarıcı din-dışı kutsallıklar üretmesine neden olmuş; bu da, Weber'in “demir kafes” olarak tarif ettiği modernliğin ürettiği “özgürlük kaybı” ve anlam krizi” gibi temel varoluşsal sorunların bastırılmasına, kitlelerin medyaların ürettiği imajlar ve sanal gerçekler tarafından ayartılmasına, anlamsızlaşan hayatın sahte ve baştan çıkarıcı fetişler ve ikonlar üzerinden din-dışı kutsallıklar tarafından çepeçevre kuşatılmasına neden olmuştur.

Peki, seküler kiliselere dönüşen ve medyatikleşen hayatımızın her alanını tıpkı bir din gibi tanımlayan medyalar dönüştürülemez mi? Cuma günkü yazıda, bunun nasıl mümkün olabileceğinin ipuçlarını veren Ülke-TV'deki Meksika Sınırı programı üzerinden tartışacağım ve göstereceğim

Önceki ve Sonraki Yazılar