Meşruiyet ve temsiliyet krizi

Türkiye'nin temel sorunu, farklılıklara, azınlıklara hayat hakkı tanınmaması değil, ülkenin omurgasını oluşturan toplumsal çoğunluğa hayat ve varoluş hakkı tanınmaması sorunudur. Omurgası çökertilen böyle bir ülkede, bazı azınlıkların inanılmaz güçlere sahip olması, bazı azınlıkların ise tuhaf baskılara maruz kalması elbette ki önlenemeyecektir.

Yani ortada büyük bir anormallik olduğu apaşikâr bir gerçektir. En akıl almaz, izah edilmesi zor anormallik, Türkiye'de, toplumun omurgasını oluşturan büyük çoğunluğun siyasî, ekonomik, kültürel ve entelektüel temsil kanallarının, iradesini hayata geçirme yollarının ve toplumun omurgasını oluşturduğu için de ülkenin geleceğinde bütün diğer siyasî, etnik, kültürel ve sosyal azınlıklardan daha fazla söz ve hak sahibi olma imkânlarının handiyse büsbütün gasp edilmiş ve yok edilmiş olmasıdır.

Türkiye'de yaşanan bütün sorunların -içinden çıkılmaz hâller almasının- nedeni budur: Türkiye diye bir ülke vardır; ama bu ülkede toplumun omurgası, 1908 komitacı gayr-ı Türk ve gayr-ı Müslim şebekenin -İngilizlerin tezgâhıyla- gerçekleştirdiği darbeden bu yana yok sayılmaya ve yok edilmeye çalışılmaktadır. İşte bu yakıcı ve yıkıcı durum, iç ve dış aktörlerin Türkiye'yi sadece kendi çıkarları ve iradeleri doğrultusunda yönlendirmelerine, Türkiye'ye kendi çıkarlarını ve iradelerini dayatmalarına ve Türkiye'nin kaderini kendi çıkarları ve iradeleri doğrultusunda belirlemeye kalkışmalarına müsait bir zemin hazırlamıştır.

Medeniyet iddialarını yitirmemiş, çağının ve bütün insanlık çağlarının farkında ve bilincinde olan Müslüman bir toplumda, esas itibariyle farklılıkların ötekileştirilmesi, itilip kakılması, şeytanlaştırılması gibi bir durum sözkonusu olamaz ve tarihten çok iyi bildiğimiz gibi böyle bir şey sözkonusu olmamıştır; tam tersi sözkonusu olmuştur. Burada İran, Afganistan veya Suudi Arabistan'da yaşananlar, hem tasvip edilemez, hem de İslâm dünyasının yaşadığı medeniyet krizi sonrasında zuhûr eden nevzuhûr sorunlardır.

Zira bugün İslâmî bir medeniyet iddiasına sahip, bu iddiayı hayata geçirebilme imkânlarına, kabiliyetlerine ve özgüvenine mâlik hem zihnî anlamda, hem de siyasî, ekonomik ve stratejik anlamda bağımsız bir İslâm dünyasının varlığından sözedebilmek imkânsızdır.

Her şeyden önce, İslâm dünyasının siyasî sınırları hâlâ başını İngilizlerin çektiği sömürgeciler tarafından çizilen sınırlardan ibarettir. İkincisi, İslâm dünyasındaki ülkelerin çoğunda batılıların dayatmasıyla kurulan laik ve totaliter rejimler işbaşındadır ve bu rejimler, Batılılar tarafından kontrol edilmekte ve yönlendirilmektedir. Üçüncüsü de, İslâm dünyasındaki İran, Afganistan ve Suudî Arabistan gibi ülkelerdeki şeklen İslâmî gibi gözüken rejimler, hem modernliğin ürünü, hem de modern sömürgeciliğe gösterilen reaksiyonun ürünü olarak icat edilmiş tepkisel ve primitif ulus-devlet rejimleridir.

Ancak tarihin yapılmasında az çok belirleyici roller oynamış Rusya, Fransa, Almanya, İngiltere, Çin, Hindistan, Mısır, İran gibi ülkelerle karşılaştırdığımızda, ülkelerin hiç birinde toplumsal omurga da, toplumsal omurganın varlık nedenini ve ruhunu oluşturan kültürel, siyasî, ekonomik sermaye de bizde olduğu gibi hem yok sayılmaya ve yok edilmeye kalkışılmamaktadır.

Bu ülkeler arasında yalnızca Türkiye'de toplumsal omurganın varoluş ve hayat hakkı, bu toplumsal omurganın tarihiyle, ruhuyla, iddialarıyla kavgalı olan küçük bir azınlık tarafından kontrol edilmekte ve yönlendirilmektedir. Yani, Türkiye'de topluma çeki düzen veren aktörler ve söylemler, meşruiyetlerini, toplumsal, tarihî ve kültürel sermayeden veya omurgadan almıyorlar; üstüne üstlük de, bu ülkenin toplumsal, tarihî ve kültürel omurgasını yok saymayı ve yok etmeyi kendilerinin temel varoluş nedenleri olarak görüyorlar.

İşte bu nedenledir ki, toplumsal omurganın aktörlerinin (Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan gibi temsilcilerinin) bu ülkenin medeniyet, tarih, kültür ve toplum omurgasını fiilen, geliştirdikleri projelerle -kısmen- hatırlatma ve hayata geçirme girişimlerinden fena hâlde ürküyorlar ve kendilerinin, -iyice içini boşaltarak- Batı'dan ithal ettikleri seküler söylemlerin bir meşruiyet ve temsiliyet krizi ile malul olduğunu çok iyi bildikleri (gasp, darp ve psikolojik harp suçları ruhlarına kadar kök saldığı) için türlü paranoyalar geliştirme yoluna giderek, bu milletin yeniden tarihî bir yürüyüşe soyunmasının önüne tam anlamıyla takoz gibi dikiliyorlar. Ve böyle yapmakla, bizimle yüzyıllardır savaşan Batılıların yapmak isteyip de yapamadıkları şeyi yapmış oluyorlar yalnızca.

Önceki ve Sonraki Yazılar