Mevcut mücadeleyi saray kavgası kılan propaganda dili

“Balyoz” darbe planının sahibi olduğu kayda geçen emekli orgeneral, 28 Şubat sürecinde herşeyin yasal zeminlerde yapıldığını anlatırken, bu “postmodern” askeri darbenin propaganda ve psikolojik harekattan ibaret olduğuna ve zaten yeni milenyumun renkli darbeler serisinin tam da bu yöntemle gerçekleştiğine ilişkin analizleri teyit etmiş oldu bir bakıma.

 

Yeni nesil darbenin ilk örneği olan 28 Şubat 1997 müdahalesi (ikincisi 27 Nisan 2007 bildirisiydi ama sonuç alamadı.  Bununla birlikte bir darbe girişimi olarak hiç gündeme girmedi ne hikmetse!), emsali diğer renkli darbelerde yaşandığı gibi, medya ve sivil toplum kuruluşlarının da katıldığı kollektif bir psikolojik harekat olarak sistem içinde kalmak suretiyle amacına ulaştığında muhtemelen TSK içindeki darbe yanlısı oluşumlar da askeri müdahale doktrinlerini bu başarıya göre yeniden oluşturmuşlardır.

 

Bu bakımdan, askeri vesayetin gücünü teşhir etme gerekliliği olarak da tarif edilebilecek askeri darbe eğer artık sistemi kaldırıp atmadan da gerçekleştirilebiliyorsa risk ve maliyet hesabı herzaman yüksek çıkan sistem yıkıcı darbe türüne ihtiyaç kalmadığı böylelikle kanıtlanmış olmaktadır.

 

28 Şubat’ın yasal zeminlerde yürüyen bir süreç olmasına zamanın hükümeti tarafından neden engel olunmadığı, sistem içinde kalmış olsa da ve yasal zeminler kullanılmış olsa da yetki aşan kuralsızlıklara neden direnilmediği, askeri vesayetin örtük biçiminden çıkıp alenileşmesinin yasadışı ve gayri meşru olduğunun neden gösterilemediği ayrı bir fasıl tabii ki. Ama bir cümleyle ifade etmek gerekirse, dönemin iktidarı 28 Şubatçıların propaganda savaşına karşılık veremediği; yahut çok daha iyimser bir yaklaşımla söylersek, onlarınki gibi kirli bir propaganda savaşına girmeyi kendi ilkeli tarzına yakıştıramadığı için ince ve örtük askeri vesayet, postmodern askeri darbe sırasında en kaba haliyle arzı endam edebildi.

 

Bu son noktadan devam edersek, şimdi örtük askeri vesayetin de, onun her türlü kaba tezahürünün de karşısında en az onun kadar propaganda yapabilen, en az onun kadar kirli psikolojik savaşı başarabilen bir güç bulunduğu için TSK içindeki cuntacılar ve onların kışla dışında medya, üniversite, sivil toplum kuruluşları ve diğer alanlardaki uzantıları hayli güç durumdadır. Hatta bu mihrakların tam anlamıyla köşeye sıkıştıklarını da görebiliyoruz. Eğer TSK karargahı bunlarla arasına mesafe koymazsa ordunun üst düzey komuta kademesinin bile bu hengamede tasfiyeden nasibini fazlasıyla alacağı yeterince belirginleşmiştir.

 

İyice klişeleşmiş bu nitelemeye karşın sapasağlam yerinde duran soru şudur: Madem birtakım cunta oluşumları meşru hükümete karşı askeri darbe planlarken cürmü meşhud yapılmıştır ve elde binlerce delil vardır, öyleyse neden soruşturma boyunca geride izah edilemeyen ve cevabı verilmeyen yine onlarca soru bırakılmıştır? Eldeki güçlü delillerle yetinilmesi halinde bile hukuki işlerin rahatlıkla yürüyebileceği açıkken neden kuşkulu ve zayıf başka dayanaklar soruşturmanın içine katılarak dava sürecinin sakatlanması göze alınabilmiştir?

 

Bu sorunun cevabı, Ergenekon meselesinin askeri darbe ihtimallerine karşı hukuki bir refleks olmaktan ibaret kalmamasında ve propagandaya karşı propaganda, psikolojik harbe karşı psikolojik harp özelliği taşımasında aranabilir. Bu yüzdendir ki yaşadığımız “değişim”, halkın tüm katmanlarının; ekonomik mağdurların, siyasi mağdurların, toplumsal mağdurların vs. yaşadığı mağduriyetlerin telafisini güvence altına alacak radikal bir reform ve demokratikleşme davası hiç değildir. Yaşanan, tipik Osmanlı saray gerilimi veya çatışmasıdır ve bu nedenle propaganda ve psikolojik savaş araçlarıyla yürütülmekten başka seçeneğe dönüp bakılamamaktadır.

 

Bu koşullarda hemen herşeyin bir halkla ilişkiler faaliyeti olarak planlanıp uygulamaya konmasına alışmaktan başka çaremiz yoktur. Liberal aydınların öncülük ettiği ve sahne dekoru olarak da İslamcı veya muhafazakâr yazarların kullanıldığı “mücadele” iki aydınlanmanın (kemalist frankofon ve liberal frankofon aydınlanma) saray kavgasıdır ve meseleyi demokrasi, eşitlik, adalet, hak ve özgürlükler davası sanan İslamcılara bu kavgadan düşebilecek tek iktidar, kişisel veya grupsal refah düzeylerini yükseltmelerine göz yumulmasından fazlası değildir. Ama zaten onlar da bu kadarıyla kanaat etmenin en makul yol olduğuna epeydir kendilireni ikna etmiş vaziyetteler.

 

Ortada gerçekten hak ve özgürlükler mücadelesi olsaydı bunun yazılı veya görsel edebiyatının en yüksek şaheserlerle şimdiye kadar tezahür etmesi gerekirdi. Özgürlük gibi şiirsel ve hamasi bir amacın ayrıca progandaya ihtiyacı yoktur, çünkü propaganda aslında olmayanı varmış gibi gösterme çabasıdır. Önceden planlanır, dakik bir mühendisliğin ürünüdür ve kitlelerin belli yönde düşünmelerini sağlamak için her aşaması hassas terazide hesaplanır. Kullanılan araçlar, kavramlar, fikirler, sahnedeki figürler ve gösterilen hedefler en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş ve zamanı geldikçe sahaya indirilen bir savaş oyunudur propaganda. Böyle bir işle uğraşan zihnin özgürlük, adalet ve hak gibi içtenlik ve fedakarlık gerektiren kavramlarla işi olur mu?

 

Şu anda yaşanan gerilim ve çatışmalarda acaba içtenlik ve fedakarlık mı göze çarpıyor, yoksa planlı hesaplaşmanın gündelik karşılaşmaları mı?

 

Mevcut mücadeleyi hak ve özgürlük davası olmaktan çıkarıp saray kavgası kılan şey, propaganda dilidir. Darbe yanlısı kesimler de propagandayla üstünlük sağlamaya çalışıyor, onların karşısında yeralıp iktidarın etrafında kenetlenmiş gruplar da.

 

İslami kesimler bu karşılaşmanın dekorudur gerçekten de. Liberal aydınların öncülük ettiği (Balyoz darbesinde tutuklanacak gazetecilerin katıldığı) basın toplantısında İslamcı hanım yazarın, başörtüsünü herzamanki yaptığı gibi değil de Atatürk’ün karısı Latife Hanım gibi  bağlaması, bu durumların halkla ilişkilerle yakın temasına iyi bir malzeme temin etmeye çalışmak olduğu kadar, dekor rolünün hakkını vermeye gayret göstermek olarak da not edilebilir.

 

Demokrasi ve vesayet meselesinin etraflıca tartışıldığı bir sırada militarist eğilim ve tavırları itham edenler, kendilerinin de acaba hak ve özgürlükler mücadelesinin vazgeçilmez öğeleri mi olduklarına, yoksa modernleşme türleri arasındaki saray kavgasının kamufle edilmesine yarayan sütre görevi mi gördüklerine iyice bakmalıdırlar. Eğer ortadaki kavga gerçekten hak ve özgürlükler mücadelesi olsaydı ve özgürlükleri yoketmeye and içtiği propaganda edilen çevreler, iktidar ve onun sivil toplumunun yılmaz ve kahramanca savaşı sayesinde püskürtülseydi bugün nicel ve nitel önemi tartışılmaz bir gazeteci ve yazar grubu bu kadar cüretkârca iktidar ve onun sivil toplumu karşısına dikilmezdi.

 

O nedenle bu gazeteci ve yazar kesiminin, iktidarın otokratik gidişine cesaretle direnen mücadeleciler olduğundan çok, iktidar ve onun sivil toplumunun hak ve özgürlükler davası gütmemesinin meydana getirdiği derin zaafiyetten beslenen muhalifler, sarayın alternatif iktidar adayları olduğunu konu etmek gerekir.

 

Bağımsız bir vicdan ve aklın bu saray kavgasında yeri olabilir mi? Askeri vesayete de, askeri darbelere de, cuntalara da, otokratik rejim arayışlarına da karşı çıkarken neden ille de saray kavgasının tarafı olmak zorunda kalalım ve iki iktidar kanadının çatışmasında herhangi birinin dekoru olmakla yetinmek zorunda kalalım? Neden saray kavgasının taraflarından birinin ya da ötekinin öncülerine iltifat ve övgü yağdırma furyasına katılmak zorunda olalım?

 

Eğer davamız özgürlük ve adaleti inşa etmekse, kendi sözlerimizi kendi cümlelerimizle ve yine kendi durduğumuz yerden söylemekten başka hiçbir seçeneğin bize cazip görünmemesi gerekir. Ne cuntacıların, ne de onların karşıtlarının arasında karışıp özgürlük ve adaletin tertemiz mesajını lekelememek icap eder.

 

Çok değil, bir iki yıl önce iktidarın civarında ve banliyösünde dolanıp ağzından tek kelime muhaliflik dökülmeyen, aksine mahçup ve utangaç tenkitimsi kıvraklıklarla saha ortasında top çevirenlerin bugün kahraman sayılmalarına yetip de artan çıkışlarına prim vermenin masum gerekçesi olamaz. Ortada demokrasi, hak, özgürlük ve adalet mücadelesinin kararlılığı bulunmadığını, aksine anlaşma, uzlaşma ve mutabakatlarla yürüyen kontrollü bir gerilimin bu haliyle berabere biteceğini, yani hiçbir şeyin değişmeden kalıp, eski tas eski hamam yola devam edileceğini anlayan (yahut kulaklarına bu fısıldanan!) suskunlar, bir anda ses tellerine abanarak en muhalif tondan kulakları çınlatan çıkışlar yapmaya başladılar. Acaba dünün suskunlarının bugünkü muhaliflikleri, iktidarın mevcut gerilimde hız kesebilmesi için iç mekanda gürültü çıkartarak dikkatleri başka yöne çekmeleri anlamına mı geliyor? Acaba iktidar, liberal ve muhafazakâr kesimlerle iş akdini feshedecek ve yeni istihdamlarla yeni döneme girecek de eski suskun, yeni muhalifler ‘doldur boşalt’ mahallinde güvenlik şeridi rolü mü oynuyor ve birilerini o bölgeye yaklaştırmıyorlar?

 

Bu satırların yazarı, kendine ait bağımsız sabiteyi kaybettiği ve muhafazakârlığa dönüştüğü günden beridir İslamcılığın bu saray kavgasında hiçbir anlamı, yeri ve değeri olmadığını tekrarlıyorum. Dolayısıyla kavga nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, hangi taraf kavganın galibi olursa olsun İslamcılara zırnık koklatılmayacaktır. Böyle bir kavgada düşüncesizce ve gönül rahatlığıyla yer almanın neticesi olarak halk nezdindeki itibarını kaybetmesi ise İslamcılığın kazançsız ödeyeceği ağır maliyet gibi gözüküyor.

 

Geride kala kala, bu dönem sayesinde ve davasızlığın mükafatı olarak şahsi refahını yükseltmiş, hayat standardı ve tarzı değişmiş, dünyaya bağlanmanın aldatıcı hazlarını keşfetmiş ve bunlarla kendinden geçmiş zavallılık kalacaktır.

 

Binlerle ifade edilen şuur mahrumu kalabalıkların aksine inatla sorumu sormaktan vazgeçmeyeceğim: Neden sivil anayasa yapmayı dava edinmediniz, neden hak ve özgürlükleri güçlendirmenin adımlarını atmadınız ve atmıyorsunuz, neden seçim barajını sıfırlamıyorsunuz, neden demokratik açılıma İslami kesimleri dahil etmiyorsunuz, neden bizim gibi eleştirel bakabilen ender sayıda aklı ve vicdanı susturmak için baskılara başvuruyorsunuz?

 

İktidarın sivil toplumu haline gelmiş İslami kuruluşlar, cemaatler, cemiyetler ve medya neden iktidarı eleştiren içtenlikli özgürlük ve adalet bağlılarına bütün kapılarını kapatıyor, TSK’dan atılan subaylara iş verilmemesi için 28 Şubat döneminde yapılan baskıları zulüm olarak niteleyen İslami kuruluşlar ve medya, iktidarın hakikati tarafından dışlananlara aynı muameleyi kendileri yaparken veya yapmak zorunda kalırken bunun da aynı zulüm olduğunu neden ikrar etmiyor, neden bu zulmün vicdanlarını yaralamasına izin vermiyor?

 

Evet neden!

Önceki ve Sonraki Yazılar