Siyaset, fikri/yatı teslim alınca…

Siyasetin her şey katına yükseltildiği bir yerde, siyaset de biter, siyaset yapmanın imkânları ve enstrümanları da. Her şeyin siyasetten ibaret olduğu bir yerde, her kavram, her sembol taşıdığı ya da sahip olduğu anlamdan çok daha fazla anlam yüklemesine maruz kalır: İşte o zaman, siyaset, şiddet üreten bir mekanizmaya dönüşür ve her şey kısa devre yapmaya başlar: Siyaset, karşılığı olmayan ya da aşırı-karşılıklar veya anlamlar yüklenen bir kör-dövüşüne dönüşür. Böylelikle, siyasetin hem şiddetin diline evrilmesi, hem de şiddet üreten bir dile dönüşmesi önlenemez.

Çağımız, siyasetin her yere ve her şeye nüfûz ettiği, çeki düzen verdiği bir çıkar çatışmaları çağıdır; siyasetin putlaştırıldığı bir çağ…

İçinde yaşadığımız küreselleşme sürecinde sanki siyasetin değil de, ekonominin çağımıza çeki düzen verdiği söylenebilir. Ama bu bir yanılsamadan ibaret: Ekonomi, ekonomi-politik olmadan ne varolabilir, ne de varlık gösterebilir. Ekonomi, bir sonuçtur; bu sonucu doğuran şey, siyasî akıl'dır. Kaldı ki, her şeyin iç içe geçtiği bir çağda, ekonominin siyasetten ayrıldığı yeri belirleyebilmek de pek kolay değildir.

Modernlikle birlikte başlayan seküler-kapitalist süreç, siyasetin belirlediği, siyasetin vesayetinin her alanda hükümran ve hükümfermâ olduğu bir süreçtir.

Modernlik, insanı özgürleştirme vaadiyle ortaya çıktı; ama nevzuhûr bir durum demek olduğu ve dolayısıyla güçlü dayanakları olmadığı için, modernliğin kendi dinamiklerini dinamitleyecek bir dayanıksızlıkla malul olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyoruz: İnsanı özgürleştirme vaadiyle zuhûr eden modernlik, zamanla Weber'in veya Foucault'nun değişik zamanlarda dikkat çektikleri gibi, özgürlük fikrini simüle ederek yok etti; özgürlük fikrinin yerine -çok geçmeden- kontrol ve kolonizasyon fikrini ikame etti.

Sonuçta modernlik, insanı, Tanrı'yı, tabiatı, diğer insanları, toplumları, medeniyetleri kontrol ve kolonize etme fikrine dönüşmekle kalmadı; aynı zamanda, modernliğin ürettiği bilim, teknoloji, kültür ve medya endüstrisi gibi bütün araçlar da, kontrol ve kolonize edici aparatlara dönüştü.

Ekonominin bu kadar güçlenmesinin ve neredeyse küresel siyasetlerin de dinamosunu oluşturacak bir konuma gelmesinin nedeni, modernliğin her şeyi siyasete tahvil etmesi, siyasetin de her şeyi sivil alanla sınırlayıp, sekülerleştiren ve Kilise'yi, Kilise'nin temsil ettiği Tanrı İradesi'ni hayattan uzaklaştırmasıydı.

Bu süreç, elbette ki, kaçınılmazdı; çünkü Kilise, Tanrı'nın iradesini değil, kilisenin anlaşılamaz ve tartışılamaz absürd iradesini temsil ediyordu: Hâl böyle olunca da, Kilise iradesi, insanın iradesini teslim almıştı.

İnsanın iradesini özgürlüğüne kavuşturmasının tek yolu, Kilise iradesinin tasallutundan kurtarmaktan geçiyordu: İnsanın varoluş alanı, Kilise'den özgürleştirildi; ama bu kez ifrattan tefrite geçildi: Din, hayattan uzaklaştırıldı, hayatın bir bölmesine kapatıldı. Hayatın bütün alanları sivilleştirildi; yani sekülerleştirildi. Tanrı da, tabiat da, bu sivil / seküler alana kapatıldı ve siyaset, ekonomi, kültür, bilim, teknoloji gibi seküler kiliseler icat edildi.

Hayatın bütün alanlarının sekülerleştirilmesi, insanı ve hayatı ruhsuzlaştırdı, azmanlaştırdı ve vicdansızlaştırdı. Ruhun olmadığı, vicdanın sırra kadem bastığı bir yerde insanın mevcudiyetinden de, adaletin ve hakikatin vücut bulabileceğinden de sözedebilmek elbette abesle iştigal etmek olurdu.

O yüzden, ortaya çıkan sonuç, sadece abes, yani absürd, yani insanın da, tabiatın da tahribi, Tanrı'nınsa hayatımızdan uzaklaştırılması oldu.

Bu süreç, kaçınılmazdı: Çünkü antik Yunan uygarlığı teorik düşünceye yani salt felsefeye dayanıyordu. Modern uygarlık ise, pratik düşünceye, yani salt bilim'e, dolayısıyla araçlara dayanıyor. Modern uygarlık, tabiat aracını kontrol ve kolonize ederek bilim ve teknoloji araçlarını, dolayısıyla ekonomik enstrümanları güç devşirmek için putlaştırmaya kadar vardırdı işi.

Siyaset, sadece bir şeydir; her şey değildir. Hayat da sadece sivil alandan ibaret değildir; sivil / seküler, dolayısıyla görünür alanın dışında görünmeyen alanlar da vardır ve hatta hayatımızı anlamlı kılan alanlar, esas itibariyle bizim kıldığımız, kendimizi varkıldığımız, "yığın"dan ayrılarak kendi'miz olduğumuz, kendi'mizi ve hakîkati bulduğumuz görünmeyen, mahrem, bize özgü alanlardır.

Özetle ilim, irfan ve hikmet'ten oluşan bütünü yitirdiğimiz için, hayatı siyasete, pratik akla, dolayısıyla çıkara kilitledik; sonuçta, siyaset, fikri/yatı teslim aldı. Siyasetin fikri/yatı teslim almasının Türkiye'deki sonuçlarını sonraki yazılarda tartışalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar