Televizyon felsefesi: Meksika Sınırı

Ülke TV'de yayınlanan, İsmail Kılıçarslan, Tarık Tufan ve Selahattin Yusuf'un birlikte "ürettikleri" Meksika Sınırı programı, bu ülkede televizyon üzerinde nasıl düşünebileceğimize, televizyonun hâkim kodlarını kırarak televizyonu nasıl dönüştürebileceğimize ve bu ülkenin çocukları olarak nasıl özgün bir televizyon dili icat edebileceğimize dair bize çok şey vadeden bir program.

İnsanlık tarihinde hayatın ve hayat üstüne düşünülerek geliştirilen düşüncenin üretildiği ontolojik mekân, bütün ön-kadîm medeniyetlerde "polis"ti; yani "şehir devleti"ydi.

Geç-kadîm medeniyetlerde "şehir-devleti" / "polis", yerini şehir merkezli "metropolitan" hayata terk etti. İslâm medeniyeti de, "metropolitan" bir medeniyetti; ortaçağ ve modern Batı uygarlığı da; Çin, Hint, eski Amerika medeniyetleri de. İslâm medeniyetinde şehir'in / "medîne"nin diğer medeniyetlerdeki "kent"le sadece biçimsel ya da yapısal bir benzerliği vardı; ama medîne'nin kent'ten ayrılan bir de ruh boyutu, yani "din" ile epistemolojik, ontolojik ve fenomenolojik, dolayısıyla etimolojik, semantik ve tarihî bakımdan kopmaz ilişkileri vardı. Medine, din'in hem vasatı, hem de vasıtasıydı.

Postmodern süreçte ise, motropolis'in yerini NETropolis aldı: Artık kent öldü, yaşasın "sanal âlem" (mi?) diyeceğiz!

Bütün bunların Meksika Sınırı'yla ilişkisi ne? Şu: "Polis" sürecinde alfabe keşfedilmişti ama hâlâ sözlü kültürün algılama ve zihin kalıpları hâkimdi. Metropolis sürecinde, yazılı kültüre geçiş yapılmıştı ve özellikle de modern Batı uygarlığı tecrübesinde yazılı kültür ile sözlü kültür birbirinden kesinkes ayrılmış, matbaanın icadıyla birlikte, rasyonalitenin, lineer tarih algısının, insanın görünüşte özneleşmesinin, ama gerçekte nesneleşmesinin yaşandığı modern / seküler yazılı kültür kesinkes hâkim olmuştu.

İşte 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren gerçekleşen elektronik devrim, ya da ikinci sanayi devrimi, yazılı kültürün insanı nasıl nesneleştirdiğini ve araçsal akıl üreterek araçları kontrol etmenin, dolayısıyla (bilim, teknoloji, arzular, bilinçaltı vesaire) "araç"lar üzerinden gücü ve güç üreten enstrümanları putlaştırmanın sözkonusu olduğu yeniden-sözlü kültüre geçiş gerçekleşti ve sinema, özellikle de televizyon ve internetle birlikte NETropolis / sanal-kent, hayatın omurgası hâline geldi.

Kısaca söylemek gerekirse, sözlü kültür, diyalojiktir; yazılı kültür, monolojiktir; sözlü kültürde insanın muhayyilesi sınır tanımaz; yazılı kültür insanın muhayyilesini sınırlar ve sonra da insanı sadece kendi muhayyilesine hapseder, yalnızlaştırır, tanrılaştırır.

Televizyon, yeniden sözlü kültüre geçişin habercisi olan bir "mecra"dır. Ancak burada sözlü kültüre geçiş, reel düzlemde gerçekleşmez, sanal düzlemde gerçekleşir. Çünkü televizyonla izleyici arasındaki ilişki, özne-nesne ilişkisidir hâlâ: Televizyon "mecra"sı, aygıtı özneleştirir; camın araya girmesi, izleyiciyi nesneleştirir.

İşte Meksika Sınırı programında yapılan şey, televizyonun izleyiciyi nesneleştiren, aygıtı özneleştiren şiddet üreten bu ontolojik mekânının kırılmasıdır: Meksika Sınırı'nda özellikle İsmail Kılıçarslan'ın camı kıracak, perdeyi yıkacak ve izleyiciyi metne / doğrudan mü/dâhil edecek bir ruh üretmesi, televizyona üçüncü ve dördüncü boyutları da katan yeni bir dil üretilmesine imkân tanıyor.

Bunu Bosna'dan yapılan özel yayında İsmail Kılıçarslan'ın, ekranda gözükmeyen ama orada mevcut olan Yusuf Armağan'ı metne / programa dâhil etmesi ve Yusuf Armağan üzerinden izleyicinin de, sunucuların da özneleştiği, diyalojik iletişimin tesis edilmesi örneğinde gördük: Kılıçarslan'ın tabiîliğinde; oradan Yusuf Armağan'a ve dolayısıyla izleyiciye ses'lenmesi, ses vermesi ve "ses ver" demesinde; varoluşu görüntü/yl/e donduran ve hapseden sinemanın ontolojik zaafının televizyonla nasıl aşılabileceğini, televizyonla üretilen Netropolitan hayatın, izleyicinin muhayyilesini hayata ve harekete geçirmesini nasıl mümkün kılabileceğini gösteren, televizyonun hâkim kodlarını kıran ve izleyiciyi görüntü hapishanesinden özgürleştirerek, izleyiciye, "ses ver ey izleyici, sen de mü/dâhil ol bu eyleme" "çağrı"sında yani.

Meksika Sınırı programı, televizyonu dönüştürme işlemini, "sunucu"larının, çağ körleşmesi yaşamamalarından ve şu ya da bu ölçekte de olsa bütün çağları özneleştirebilecek geniş sahanlıklardan dünyaya bakabiliyor olmalarından ötürü başarabiliyor. İşte burada Meksika Sınırı, aslında bize hem bir televizyon felsefesi söylemi sunuyor, hem de televizyon felsefesi geliştirmemize imkân tanıyor.

Kılıçarslan, Yusuf ve Tufan'ı bu kült metni ürettikleri için kutluyorum ve burada televizyon felsefesine kısa bir giriş yaptığımızı, sonraki yazılarda bu konuyu çiçeklendireceğimizi ve yemişlendireceğimizi hatırlatarak, "yazının son sınırı"na geldiğimizi görüyorum: "Meksika Sınırı", sadece bir kalkış noktası değil, aynı zamanda bir varış noktasıdır çünkü…

Önceki ve Sonraki Yazılar