Televizyonu dönüştürmek ve dil kurmak

Geçen hafta, Ülke-TV'deki Meksika Sınırı programından yola çıkarak, Türkiye'de televizyonun nasıl dönüştürülebileceğinin ve nasıl yeni ve bize özgü bir televizyon dili kurulabileceğinin ipuçlarını göstereceğimi söylemiştim.

O yazıyı Cuma günü yazacağım diye söz vermeme rağmen yazamadım. Ülkenin yeterince bunaltan ve ülkeyi kuraklaştıran sıcak gündemlerinden kaçınmak biraz sorumsuzca bir davranış olur, düşüncesiyle Cuma günü o yazıyı yazamadığım için özür dilerim.

Önce şu: Türkiye'de televizyonlar var; ama bunlar ne kadar Türk televizyonu? Eğer komşularımızda da izlenen pespaye Türk televizyonlarının vulger ve ilkel yayınları dolayısıyla, komşularımızda, insanlar “ananı Türk televizyonunda gördüm” diye bir küfür icat etmişlerse, Türkiye'deki televizyonun ne kadar Türk televizyonu olduğu sorusunu haklı olarak sorabiliriz.

Televizyon, tıpkı roman gibi, müzik gibi, sinema gibi bir form'dur. Ve bu form, geliştirildiği veya kullanıldığı ülkenin kültürel, sosyal, entelektüel normlarının hem vasatını, hem de vasıtasını oluşturur. Her medeniyet, kendi formlarını üretir. Ama bu formları, hem kendi normları doğrultusunda üretir, hem de kendi normları doğrultusunda kullanır ve geliştirir.

Formlar, bir kültürün, toplumun veya medeniyetin iskeletini, normlar ise ruhunu oluşturur. O yüzden, başka kültürlerin veya medeniyetlerin formları, yerli kültürün veya medeniyetin normları tarafından re-forme edilebilirse fonksiyonel olarak kullanılabilir ve dönüştürülebilir ancak. Eğer bir ülkede kültürel formlar, dolayısıyla medeniyet dinamikleri yok edilmişse, o ülkede dışarıdan alınan formlar re-forme edilemez; aksine hem o ülkenin yok edilen veya yok edilmeye çalışılan normları, hem de dışarıdan alınan yabancı formlar ve normlar de-forme edilir.

Türkiye'de esaslı bir medeniyet buhranı yaşadığımız için, hem normlarımız yok olmaya yüztutmuştur; hem de yeni formlar icat edebilecek, her alanda yeni diller, ifade biçimleri geliştirebilmemiz handiyse hayal hâline gelmiştir. Çünkü norm, vasata tekabül eder; form ise hem bu vasatı ifade eder, hem de bu vasatı yenileyerek yeniden inşa eder.

Bizim normlarımızı da, formlarımızı da yok olmanın eşiğine getiren Türkiye'deki sekülerleşme projesi, eğer böyle giderse, bu toplumun normlarının birincil kaynağını oluşturan İslâm'ın izlerini hayatımızdan kazıyacak bir terminatöre dönüşecek. Sadece terminatöre dönüşse, yine iyi; aslında tam bir Frankenstein'a evrilecek ve sahibini de yok edecek.

Batı'da televizyonlar, özelde ait oldukları ülkenin, genelde ise uygarlığın normlarını yeniden üretirler. Meselâ bir İngiliz televizyonundan, bir Fransız televizyonundan, bir İspanyol televizyonundan ve bütün bu farklı ülkelerin televizyonlarının aynı ortak medeniyet normlarını farklı şekillerde yeniden üreten formlarından sözedebiliyoruz. Meselâ İngiliz televizyonu, stylish / stilize bir dil kurmuştur. Fransız televizyonu ise, factual / somut gerçeklere dayanan bir dil geliştirmiştir.

Öte yandan, Amerikan sinemasının kaynağı Aristo'cu dram geleneğidir. Amerikalılar, 2400 yıl öncesine giderek klasik bir film dili kurmayı başarırlarken, biz, İslâm medeniyetinin dinamiklerinden, İbn Sina gibi, İbn Arabî gibi, Mevlânâ gibi, Büyük Sinan gibi, Itrî gibi, Yunus gibi kurucu figürlerin ortaya koydukları ve bütün insanlığın en fazla ihtiyaç hissettiği muazzam ve muhteşem birikimden yola çıkarak sinemada da, müzikte de, edebiyatta da, hülâsâ televizyonda da muazzam bir dil kurmayı neden başaramayalım ki?

Ama ne yazık ki, bizim medeniyet dinamiklerimizle ilişkimiz, epistemolojik ve ontolojik olarak sakatlanmış, kopmuştur.

Bugün yaşadığımız ve bizi perişan eden bütün büyük sorunlarımızın çözüm yolları, üstelik de bütün insanlığın hayrına olacak şekilde yalnızca bizim bütün dinlere, kültürlere, medeniyetlere ötekileştirmeden yaklaşabilen muazzam medeniyet tecrübemizde gizlidir: İnsanlığa yeniden barış, huzur, estetik, ahlâk ve adalet ilkeleri çerçevesinde bir esaslı silkiniş, bir diriliş imkânı sunacak muhkem ve muhteşem bir kaynağın üzerinde oturuyoruz ama bu ulu çınarın kökünü kazımaya ve derûnî pınarın kaynağını kurutmaya da en fazla biz çaba gösteriyoruz. Olacak iş değil!

Tarihin tanık olduğu en büyük traji-komik cinayet bu olsa gerek. Çünkü dünya, bizim yitirdiğimiz ve hatta elimizin tersiyle itme aymazlığı gösterdiğimiz şeyi, insanlığa adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği ve estetiği armağan edecek şeyi arıyor; bizse, hayırsız ve hayasız mirasyedi evlât numaralarından medet ummaya çalışıyoruz. Ne kadar traji-komik bir şey bu böyle!

Cuma günkü yazıda artık Meksika Sınırı programı özelinden ve üzerinden giderek bizim televizyonda nasıl esaslı bir dil kurabileceğimizi göstermeye çalışacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar