Üç şey

Cebrail, Hz. Adem'in yanına gelip "Ben sana üç şey getirdim. Birisini seç al" dedi. Hz. Adem, "Ey Cebrail, nedir onlar" diye sordu.

Cebrail cevap verdi: "Akıl, haya ve din."

Hz. Adem, "Aklı seçtim" dedi.

Cebrail, haya ile dine, "Aklı size tercih edip seçti. Siz dönüp gidiniz" dedi.

Onlar: "Biz, her nerede olursa olsun, akıl ile birlikte bulunmakla emrolunduk" dediler ve aklın yayından ayrılmadılar.

M. Asım Köksal, Büyük Peygamberler Tarihi isimli eserinin Hz. Adem bölümünde, İbn Kuteybe'nin Uyunu'l-ahbar eserinden yola çıkarak bunları anlatıyor/yazıyor.

İsmet Özel de, her fırsatta "Zekâ ve ahlakın ayrılmaz bir ikili olduğunu" söylüyor. Ahlak kelimesinin hem dini hem de hayayı kapsadığını düşünürsek, Hz. Adem'in yaratılışı sırasında geçen bu diyalog ile İsmet Bey'in sözü, birbiriyle örtüşüyor.

Bunun anlamı şu olabilir mi? Din ve ahlak olmazsa, akıl ve zekâ da olmaz. Bir insana zeki, akıllı diyebilmemiz için, onun aynı zamanda inanmış ve ahlaklı olması gerekir.

Ama gelin görün ki, sadece başkaları değil, bizimkiler de bu durumu pek önemsemiyor. Utanma duygusunu kaybetmiş veya ahlaki zaafları üst düzeye çıkmış birçok "mücahit" tanıyorum. Üstelik bunlar, hepimizden daha akıllı geçinen kimseler.

Yeni Şafak yazarlarından Dücane Cündioğlu, 21 Haziran Pazar günkü köşe yazısında, Şeyh Ahmet Rufai Hazretlerine ait bir anekdota yer verdi. Şeyh Efendi müritlerini çevresine topluyor ve mealen onlara şunu söylüyor: "Çevremizde pek deli kalmadı, herkes akıllı geçiniyor. Bu yüzden, ey dostlar, fırsat varken hakikatin bilgisini kendiniz elde etmeye çalışın." Yani "Delirin!"

Delirmesek bile, şunları ve şunları yapmadığımız veya bunları ve bunları yaptığımız için, akıllı geçinenlerce "deli" muamelesine tabi tutuluyoruz. Sözgelimi, Nurettin Topçu üstadımız, Türkiye'nin Maarif Davası isimli eserinde "Madde taassubu"ndan bahseder. İşte buradan yola çıkıp mütedeyyin camianın hızlı bir şekilde "madde bağımlısı" haline geldiğini yazdığımız vakit, akıllı geçinen kimselerin bir anda mimikleri gevşiyor.

Osmanlıda, müridin bazı özellikleri şöyle sıralanıyor:

* Şeyhine teslim olmalı, onun izni olmadan herhangi bir şey yapmamalıdır.

* Şeyhin her türlü söz ve davranışına rıza göstermeli, itaatkâr olmalıdır.

* Şeyhine hizmet etmede canlı ve çevik olmalıdır.

* Sözünde ve vaadinde durmalıdır. Hiçbir noktada şüpheye düşmemelidir.

* Batın gözünün açılması için bütün malını mülkünü şeyhi için dağıtmaya razı olmalıdır.

* Şeyhin öğütlerini tutmalı, kaçamak yollar aramamalıdır.

* İlahi vuslatı gerçekleştirebilmek için şeyhinin dostuna dost, düşmanına düşman olmalıdır.

Okumuş olduğunuz bu satırları Osmanlı Ansiklopedisi'nden (Ağaç Yayınları) aldım. Birçoğumuz, "hangi devirde yaşıyoruz" diyerek bazı maddelere itiraz edecektir. Mesela birinci maddeyi okuyunca, "nerede kaldı özgür irade" diye mırıldanacağız. Son maddeyi okuyunca, muhtemelen hümanist damarımız kabaracak. Bir anda Yunus Emre muhibbi olacak ve "Yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevmek" falan diyeceğiz. Hemen peşinden de, Mevlana Celalettin Rumi'nin "Ne olursan ol, yine gel" sözünü hatırlayacak ve hatırlatacağız.

Anlatmaya çalıştığım şey, işte bu...

Mütedeyyin kimliğiyle bilinen bazı kimselerin "kişisel gelişim" sektörüne el atmalarının nedeni de bu... Oysa kişisel gelişim denilen şey, "insanları bencil yapmaktan" başka bir işe yaramıyor.

Bencil insan, "Şeyhine hizmet etmede canlı ve çevik olmalıdır" düsturunu; "köşeyi dönene kadar" veya "köprüyü geçene kadar", "Patrona hizmet etmede canlı ve çevik olmak" şeklinde uygulamayıp da ne yapacak?

Herkes ama herkes, ister liberal olsun ister sosyalist, ister homoseksüel olsun ister ateist, hatta İslamcılar bile, Mevlana'nın "Ne olursan ol, yine gel" sözünü dillendiriyor.

Celal Fedai'nin Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa kitabını okurken gördüm. Mevlana'nın şöyle bir sözü/şiiri varmış: "Ey renkler beyi, bizim renklenmemize acı!"

Bunu niye bilmiyor, dillendirmiyoruz?

Galiba durum şu: "Uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da senin içine bakar." (Nietzsche)

Önceki ve Sonraki Yazılar