…Ve “Sinan” yağıyordu Şam'a

Yağmurun hiç yağmadığı bir hayat nasıl olurdu acaba, hiç düşündünüz mü? Yağmur deyip geçmeyin… Yağmur, Rahman'ın rahmet kanatlarını üzerimize gerdiği derûnî sesi ve nefesi… O yüzden, daha düne kadar, “yağmur yağıyor” denmezdi bizim ülkemizde de; tıpkı Suriye'de olduğu gibi “rahmet yağıyor” denirdi.

Gerçekten de yağmur, tıpkı hava gibi, toprak gibi hayatımızın fizik sınırlarını metafizik ufuklara taşıyan, bizim bu dünyada yalnız olmadığımızı, sahipsiz olmadığımızı hatırlatan Rahman'ın yüce rahmeti, hayatımıza hayat katan, can katan, ruh üfleyen “nefes”i değil mi?

Elbette ki, öyle; ama anlaşılan o ki, Rahman'ın “rahmet”ini değil, öfkesini ve gazabını hak edecek kadar ruhsuzlaştırdık hayatımızı… Sonuçta, ayağımızı bastığımız toprak, soluduğumuz hava, yağan yağmur olmasa, hayatımızı sürdüremeyeceğimizi bile düşünemez hâle geldik… Benliğimize, bedenimize, sürgit bönleşen ve berbatlaşan benlerimize, bencilce arzularımıza, hırslarımıza, iştihalarımıza yönelerek kendimizi terkettik; kendimizi terkettiğimiz için de etrafımızdaki dünyayı, insanları da unuttuk.

Oysa kendini, çevresiyle, içinde yaşadığı dünyayla, kâinâtla birlikte düşünemeyen insan, kendini de düşünemez… Hatta hiç düşünemez; düşünme kabiliyetlerini, melekelerini de yitirir. Düşünememek, düşmek demek aslında. Düşleyememek demek. Hayatını, zihnini ufuklara kapamak, kendi içine, kendi üstüne kapanmak demek yalnızca.

İşte Şam'a indiğimizde yağmur dinmiş, Rahman'ın rahmet nefesi her tarafı dinginleştirmişti. Rahman'ın nefesini ölümsüz bir ilâhî ses'e dönüştüren, taşa ruh üfleyen, medeniyet coğrafyamıza bu derûnî sesin kalıcı, hayat bahşedici izlerini nakşeden Mimar Sinan Fotoğraf Sergisi'ne geçebilirdik artık…

Yağmurun sesini dinleyin, ilâhî rahmetin her şeyi kuşattığını resmeden nağmelerini duyacaksınız… İşte biz henüz Şam'a ayak basmadan önce sona eren, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun nağmeleri, Sinan Sergisi'nin açıldığı ertesi gün tastamam Rahman'ın nefesinin rahmet sesine dönüştü ve bahardan yemişler sunan pırıl pırıl, apaydınlık ve sıcacık bir havaya büründürdü Şam-ı Şerif'i.

Değerli dost Mustafa Aksay'ın bütün bir Sinan mimarisini ölümsüzleştirdiği fotoğraf sergisine ilgi o kadar içten, o kadar yürektendi ki, sergiye katılan herkes, adalet, merhamet, etik ve estetiğin zirveye ulaştığı Osmanlı medeniyetinin estetik harikası tarihî Esad Paşa Külliyesi'nde, Sinan'ın uzun bir yolculuğa çıkmaya hüküm giyen derûnî medeniyet yolculuğunun yapıtaşlarını döşediği medeniyetimizin gökkubbesinin altında medeniyetimizin estetik, sanat, fikir ve hayat haritasını çıkaran Sinanlarla, Fuzûlîlerle, İbni Arabîlerle, Hâlid-i Bağdâdîlerle, Kerbelâ şehitleriyle, Salahaddinlerle, Zengi'lerle, Şam fatihi Halid bin Velid'lerle, Şam kabristanında yatan Şeriatîlerle buluşmuşçasına medeniyet coğrafyamızın entelektüel, kültürel, siyasî haritalarının önüne örülen kalın ama yapay duvarları nasıl da bir anda tuzla buz edecek kadar Sinan sergisinin duran zamana, tarihe ve mekâna inanılmaz bir hayat ve hayatiyet kazandırdığını iliklerine kadar hissetti...

Serginin açılışını yapan Devlet Bakanımız Hayatî Yazıcı da, Suriye Kültür Bakanı Riyad Nağsan Ağa da, Şam Büyükelçimiz de, kültür elçilerimiz Vehip Özdemir de, Sıddık Yıldırım da, Suriye'yle ilişkilerin bu kadar derinleşmesinin gerisindeki isimlerin başında gelen, gizli kahraman, yürek insanı Seyit Ahmet Arslan da, delişmen, kabına sığmayan, yüzlerce şiiri kusursuz, anında şakıyan, espri ve zeka küpü (bu yazının başlığının sahibi) eski Beykoz Belediye Başkanı Muharrem Ergül ile değerli eşi de, ve nihayet sergiye katılan bütün Şamlı yazarlar, sanatçılar ve halk da, Sinan Sergisi'yle, Sinan'ın, Şam'a nasıl da derûnî bir rahmet bahşedercesine medeniyetimizin entelektüel, kültürel ve siyasî coğrafyalarını, bir anda, hakîkat medeniyetinin gökkubbesinin altında herkesi yekvücut hâle getirdiğini, aynı ruhla donattığını gözleriyle gördüler, yürekleriyle hissettiler.

Ve medeniyetimizin Sinan mimarisinde enfes bir şekilde özetlenen herkese hayat hakkı tanıyan, her şeye hakkını veren, tabiatın bütün seslerine ve nefeslerine kulak kabartan ruhunun solmaz, pörsümez, eskimez, taptaze hikâyesinin yeniden gerçek olacağı günleri düşlediler; o günlerin hiç de uzak olmadığını düşündüler ve düşüncelerini, düşlerini birbirleriyle paylaştılar.

Gerçekten de o gün medeniyetimizin; özünü ve özetini eserlerine nakşeden, bütün medeniyet coğrafyamızı hakîkat bülbülünün her dâim şakımasını sağlayacak bir gül bahçesine dönüştüren her şeye ve herkese hayat bahşeden ruhu, kâinatın bütün seslerine kulak kabartan derûnî musikisi, renagarenk âhengi, eşsiz sesi ve Rahmânî nefesi demek olan Sinan yağıyordu Şerefli Şam'a ve selâm yolluyordu oradan kardeşleri İstanbul'a, Bağdat'a, Bosna'ya ve Horasan'a…

Önceki ve Sonraki Yazılar