Yap-bozun yanlış parçası

Türkiye bugün dünden daha önemli bir ülke; bugünkü öneminin yarın daha da büyüyeceği noktasında hiç kuşkunuz olmasın. Bush Amerikası'nın aşırılıklarına âlet olmayışı, Obama Amerikası'nın öncelikleri ve seçtiği yöntemler, Avrupa Birliği'nin hedeflerine erişmede başarısızlığı, teknolojinin dayattığı enerji açlığı, herkes ve her ülke için 'vazgeçilmez' yapıyor Türkiye'yi...

70 milyonluk atılım halindeki bir ülkenin dünyanın ekonomi devleri açısından pazar olarak değerini de unutmayalım.

Daha önemlisi ise şu: İktidarda ülkenin son zamanlarda kazandığı değerin farkında bir siyasi kadro var. Değer artışında tercihleriyle en büyük payın sahibi bir kadro bu ve Türkiye'yi böylesine bir ortamda doğru bir yerde konuşlandırmanın sorumluluğu da onlarda. Etrafını saran 'düşmanlığı' usta manevralarla 'dostluğa' çevirmeyi, kendi iç sorunlarıyla boğuşmakta mahir bir ülkeyi uluslararası arenada sözü edilir bir ülkeye dönüştürmeyi ve en önemlisi sorunları halı altına süpürme âdetini terk edip sorunların üzerine üzerine gitmeyi becerdi bu kadro.

Gözlerinizi yakın tarihimizin hangi dönemine çevirirseniz çevirin, iç ve dış şartların hiç bu kadar 'olumlu' bir tablo çizdiğini hatırlamayacaksınız; bütün parçaları yanyana getirilmiş bir 'yap-boz' tablosu sanki...

“Bir tek parçası yanlış konulduğu için sırıtan bir yap-boz tablosu” demek herhalde daha doğru olacak...

Sabah'ta Hasan Bülent Kahraman'ın dünkü yazısında karşıma çıkan şu birkaç cümle beni sarstı: “Türkiye artık çok büyük iddiaların sahibi. Çok güzel bir şey bu. Ama bunu sağlayacak bir beşeri dokuya sahip mi değil mi çok ciddi bir sorudur.”

Aslında ülkeye rehberlik eden siyasi kadronun doğruları yakalamaktaki başarısı, risk üstlenmekten çekinmeyen işadamlarının sağladığı devinim, 'beşeri doku' eksikliğinin kolayca giderilebileceğine umut bağlamamız için yeterli. Ancak yine de o konuda büyük çabalar gösterilmesi gerektiği de bir gerçek. En azından, kalkınma ve büyüme hamlesini sırtında taşıyacak, ülkemizin adını bayraklaştıracak çapta insanlar yetiştirilmesi ve bunun en kısa zamanda gerçekleştirilmesi şart.

Bu da bizi 'eğitim' konusuna götürüyor.

Türkiye aslında eğitim konusuna önem verilen bir ülke. Cumhuriyet her vatandaşına okuma-yazma öğretme ülküsünde büyük çapta başarılı olmuş sayılabilir. Artık en küçük yerleşme birimlerinde bile ilkoköğretim okulu, kasabalarda lise var ve üniversite sayısı 100'ü çoktan geçti. Okuma azmi olan her gencimiz bu arzusunu yönlendirebileceği bir kanal bulmakta çok zorlanmıyor.

Yine de eğitim alanında başarılı olduğumuz söylenemez. Özellikle 'yaratıcı düşünce' alanında parlak beyinler yetiştiremiyor, uluslararası çapta bilimadamı üretemiyor, bireysel özelliklerin ön plana çıktığı alanlarda göz alıcı örnekler veremiyoruz.

Sıradanlığın egemen olduğu bir eğitim sistemimiz var, bu da 'farklı' olanın keşfedilip özelliğe yatırım yapılmasını engelliyor. Buna karşılık, 'sıradan' olanların eğitiminde de istihdam edilebilirliği hedeflemediğimiz için, okullarımız diplomalı işsiz üretmekten başka bir işe yaramıyor.

Cumhuriyet'in kitlelerin eğitimine verdiği önemi küçümsüyor değilim, o mutlaka gerekli; ancak eğitim düzenini bugünün şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yeniden gözden geçirmenin zamanı herhalde geldi. Bir tür 'butik eğitim' anlayışına ihtiyacımız var.

Sanayinin ağırlık taşıdığı yörelerde meslek ve beceri kazandırmaya, turistik beldelerde yabancı dil eğitimine öncelik verilebilir, spora, sanata ve bilime özel yeteneklilerle farklı niteliklere sahip olanlar erkenden keşfedilip ilgi alanlarına göre yönlendirilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar