
Nurhan Bahçe GENÇ
Yarına kalmak...
Değişmenin kaçınılmaz olduğu bir dünyada aynı hali korumak mümkün değil. Ortaokuldayken coğrafya hocamız derdi ki: “Bir gün önce geçtiğiniz yol ertesi gün aynı değildir.” İnsan da öyledir; her saat değişir, her an görür ve duyar.
Fiziksel değişim ile ruhsal değişim arasında, süreç bakımından mutlaka farklılıklar vardır. Fiziksel değişimler de, mesela insanın kilo vermeye çalışması, bir hastalığın tedavi süreci, bir binanın, bir yolun yapılması da belli çaba ve süreler gerektirebilir.
Değişim bir hâl, bir tavır olarak karşımıza çıkar bazen de. Bir nesnenin değişimi ile bir hâlin değişimi aynı şey olmasa gerekir. Meyve de dalında değişmek için olgunlaşmayı bekler. Beklerken güneşe, yağmura, rüzgâra göğüs gerer. Bir makine rektefiye edilmeyi beklerken bazen bağrı deşilir. Çözülüp dağıtılır ki, toplanıp derlensin de kullanılabilir hale gelsin.
Dağ da değişir, bağ da. Nice engin dağlar boynunu eğer üzerinden yol geçsin diye. Nice gökler azgınca gürler, şimşekler çakar ki yağmur olsun, rahmet olsun yeryüzüne, bereket fışkırsın diye.
Özlü sözdür: Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.
Bir de değişmeyen şey, değişme ihtiyacı duymayan; dolayısıyla da değişmeyi istemeyen insandır. Çünkü her değişim kendi içinde acılar, sancılar, kırılıp dökülmeler yaşar.
Böyle olunca, dünyasını yönetmekle görevli insan çoğu zaman alışkanlıklarına esir olur, çoğu zaman farkında olmaz. Bazen rutin onun en büyük lüksüdür. Değişmek zahmetlidir; değişmeyi tercih etmez.
Böylece değişmeyen insanın kaderi değişememek olur. İnsan değişmeyince hayat donuk ve mat olur. Toplumun çoğunluğunu böyleleri oluşturursa, toplumlar da değişemez.
Daha önceki yıllarda insanın ve dolayısıyla toplumların birçok alanda; bilimde, ahlakta, teknikte ve kültürde değişimi uzun yıllar alır denirdi. Şimdi çok farklı bir manyetik alan insanı teslim almış durumda.
Ben buna iki türlü bakıyorum:
Birincisi, bilinçli ve faydalı, akıllı, mantıklı, istekli değişim. Bu; gök gürültülü ve çatışmalı, emek, bilgi ve zaman isteyen bir değişim. Buna hepimizin ihtiyacı var.
Yollar aramalı, ilim meclislerine girmeli, hikmet ve irfan meclislerinde sözü dinlenir insanların, büyüklerin eteklerine yapışmalı ki olsun.
İkincisi, kaçınılmaz, bilinçsiz, farkında olmaksızın; sadece dönen dolabın bir yerine bir şekilde ilişmiş bir hâlde, neyi niçin yaptığını bilmeksizin çarka kapılmış bir değişim. Böyle bir değişim, üzeri parlak kâğıtlarla kaplanmış, yara yanıkları gizleyen bir sargı bezi mesabesinde kalan, sessiz ama kişiliği ve var olmanın anlamını yok eden bir değişimdir. Moda akımları gibi. Yıllarca yırtık kotlar, göbek altı üstü kıyafetler, sosyal medyanın ve ahlaksız tacirlerin ürettiklerini dayatması gibi.
İnsanların da bilinçli bir şekilde bir neslin her şeyini ama her şeyini teslim olmuş bir hâlde alması, çalması gibi: ahlakını, hayasını, vaktini, saygınlığını, inancını, kültürünü. Nasıl sorgusuzca bir teslim ve değişim; akıllar duruyor. Ama öyle süslü ve cazip ki…
Bu değişimler artık çok hızlı oluyor. Çünkü insanın en ilkel beynini –id/egosunu– besleyerek yalancı mutluluk salgısı salgılatıyor. Maalesef ki, başını kuma gömen ya da bir sürünün içinde nereye gittiğini anlayamayan bazı canlılar mesabesinde kalıyor insan. Bu güruhlara ölüm gerçeği asla düşündürtülmeyerek, akılları ve beyinleri çalınmış oluyor bu değişimde. Ne acı.
İnsan gün içinde heybesine ne koyuyor? Bir içini açsa da baksa…Boynunda taşıdığı bu iki taraflı heybenin ön kısmı ve arka kısmı, bize en gereklileri öne almamız gerektiğini hatırlatır hep.
Neyi önemseyip hayatımıza kattığımızın, nerede anın rüzgârına, yeline kaygısızca kapıldığımızın hesabını yapamaz hâldeyiz artık. Çünkü sadece radyo, gazete, televizyon varken bu kadar hızlı değildi değişim. Radyo ve gazeteler her evde vardı bir zamanlar, aynen internet gibi.
Bir pille aylarca çalışır fakat içinde bulunduğu toplumun değerleriyle bu kadar kavgalı olmaz, inançlarına bu denli saygısızca küfretmezdi.
Benim çocukluğumda gazete ekleri magazin ekleriydi; onlarda bile bir saygı olur, ön yüzde değil arka kapakta olurdu kadın fotoğrafları. Şimdilerde internet yani dijital çağ, baskın olarak eğrinin, yanlışın, bozuk olanın prim yaptığı; meşrulaştığı, görsel olarak yapılmasının teşvik edildiği, yani bundan da dünyalık menfaat ve primlerin alındığı bir mecra hâlinde.
İnsan kalmanın yine insan tarafından öneminin kalmadığı, hatta insan olmak ve kalmak için hiçbir çabanın gösterilmediği, dini ve ahlaki değerlerin insanın kulağından ve kalbinden teğet geçtiği –belki de hep böyleydi– insanlığın vahşete aşama aşama alıştırıldığı bu dönemde, inanan insanın elinden geleni yapıp yapmadığı konusu büyük önem taşımaktadır.
Ahiretle ilgili tercihlerimize veresiye olarak baktığımız ve semeresinin anlık önümüzde durmadığı, fakat Allah’ın değerlendirdiği amellerimizi ertelediğimiz sürece, mutluluklarımız yarınlara kalmaya mahkûm olacak. Ne kadar göz ardı edersek edelim, canlılığımızı sağlayan bir ruh taşıyoruz. İnkârı mümkün olmayan bu mefhum, “yarıncılığı” sevmiyor.
Sadece yarınlara sahip olabilmenin, bugünkü çalışmalarımızın eseri olduğu düşüncesi ruhumuza iyi gelebilir. Çünkü Efendimiz (sav); “Helekel musavvifun / yarıncılar helak oldu.” buyuruyor.
Bugünlerimize sahip çıkmak boynumuzun borcudur; yarınlarımızın emniyeti için.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.