Engin YİĞİTOĞLU
Yitik Mercan
Şair, o eşsiz eserinde "Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin. En son avucumuzdan inci ve mercan düştü." demişti. Nurullah Genç Hocamız, inci ve mercan metaforlarıyla genel manada elbette değerlerimizi, kutsallarımızı vurgulamak istiyordu. Daha da özele indirgemek gerekirse, bu kavramlardan inci ilmi (maneviyatı), mercan ise ahlakı karşılıyor olmalıydı.
İlim, Müslüman'ın yitik malıydı ve nerede olsa sahiplenmeli, Çin'de bile olsa arayıp bulmalıydı Allah Resulü sav'e göre. Zira ilk emir "Oku" idi. Gelin görün ki, okuma eylemi biz Türkler için Orta Asya'dan günümüz Anadolu hayatına dek, pek de kolay bir mesele olmamıştır. Keza tarih boyunca biz Türkler, yazılı edebi eserlerden ziyade sözlü eserler vermişizdir. Bünyesinde Buhara, Semerkant, İsfahan gibi mektep şehirler barındıran Müslüman Türk Beldeleri, içlerinden elbette önemli yazılı eserler de çıkartacaklardı. Özellikle Kaşgarlı Mahmut'un Divanı LugatıtTürk'ü, İbni Sina'nın El Kanunu Fit Tıb'bı, İmam Gazali'nin İhyauUlumiddin'i çağlara ve nesillere ışık tutan başucu eserleri olsalar da benzer nitelikte pek de çok eser verememişiz maalesef.
Müslüman Türk Milleti, bu eksik yanını kuşaktan kuşağa özellikle sohbet halkaları, yani "dinleme yeteneği" sayesinde onarmış ve tamam kılmıştır. Hatta buna Dede Korkut Hikayeleri'ni (anlatılarını) da örnek verebiliriz. Anadolu Türk Toplumu'nda herkes okuyan birer alim mertebesinde olmasa da bahsini ettiğimiz bu özel kabiliyet sayesinde Anadolu İrfanı denilen bir olgu zuhura gelmiştir. Böylelikle vatan kıldığı, yurt bildiği toprakların her bir köşesinde adı sanı duyulmamış "garip" ARİFLER çıkarıvermiştir. İlmi yönden hiç okul-mektep görmemiş, doğru dürüst kitap yüzüne değmemiş bir Anadolu köylüsünün bile herhangi bir soruya karşı vermiş olduğu hayranlık ve şaşkınlık uyandıracak derinlikteki özlü yanıtların-cevapların kaynağı, tam da bu irfan ehli oluşundan ileri gelmektedir.
Sözün burasında, genel manada Horasan Erenleri ya da Anadolu Erenleri dediğimiz, gönül ehli alimlerden müteşekkil ve yurdum insanına çocuk yaştan zanaat kazandırmanın yanında gerçek manada insan olabilmenin yollarını da gösteren Ahi Teşkilatları'nın etkisini de unutmamak gerekir. Yine burada da baş roldeki ana unsur saygı ve sevginin yanında, "dinlemekti". Keza, bir bakıma meslek okulu ya da esnaf ve zanaatkarlar odası mahiyeti taşıyan bu yerel teşekküller, zamana ve niteliğe göre insanımıza hem mesleki yönden çıraklık, kalfalık ve ustalık payeleri sunarken, aynı zamanda bu kişiyi iç dünyasında da hamlıktan olgunluğa ve kamil insan olma noktasında bir bakıma seyrü süluk yolculuğuna çıkarırlardı. İcazet alıp kendi tezgahlarını kuranlar, yine Ahiler'in denetim ve kontrolünde olan çarşı-pazarlarda iş hayatlarını devam ettirirlerdi. Hatta içlerinde olur da zayıflık gösterip hileye hurdaya, yalana dolana kısacası harama tevessül edenler çıkarsa da, o kişinin kapısından aşağı pabuç asılır, böylelikle "pabucu dama atıldı" denerek kendisinden yüz çevrilirdi. Gerekli cezaya da çarptırılırdı.
Gördüğümüz üzere Anadolu Müslüman Türk Toplumu sosyo-ekonomik ve kültürel manada çok derin ve bir o kadar da sağlam temeller üzerinde yükselegelmiştir.
Peki bu değerler hazinesi ne oldu da elimizden bir bir düşüp kayboluverdi? Elmas, inci ve mercanlarla dolu bu hazine öylesine değerliydi ki, bir düşünün! 15. Yüzyılın ortalarında Avrupa'nın neredeyse göbeğine kadar giriyorsunuz. Fethettiğiniz bu coğrafyaların ne dili ne dini ne de kültürü sizinkiyle hiçbir benzerlik taşımamakta. Bu insanlara her türlü inanç, ibadet ve yaşama özgürlüğü de sunuyorsunuz. Yine de bir millet (Boşnaklar) onbinler halinde gelip, "Hayır! Biz sizin ahlakınıza, yaşamınıza, kültürünüze hayran kaldık. Biz sizler gibi olmak istiyoruz." diyerek oracıkta Müslüman oluyorlar. Bu öyle bir Müslümanlık ki, bugün bile bu insanlar hala "Türk" diye çağrılmaktadır. Hatta 90larda Bosnalılar, Türk denilerek Sırplar tarafından soykırıma maruz kalmışlardı. Yani İsmet Özel'in de sürekli vurguladığı gibi Türk eşittir Müslüman demekti.
Hal böyleyken, bize ne oldu da önce dizilerde sonra kadın-realityprogramlarında boy gösteren ve en nihayetinde de ana haber programlarına taşacak derecede iğrenç, saçma ve korkunç olaylarla karşılaşır olduk?
Toplumumuzu bugün resmen esir almış tüm alkol, uyuşturucu, hırsızlık, kumar, sapkınlık, çıplaklık, fuhşiyat gibi melanet şeyleri bir tarafa bırakıyorum. Biz yakın bir tarihte koca bir bölgeyi neredeyse haritadan silecek derecede-şiddette bir deprem faciası yaşadık. Aynı gece, bölge esnafı da dahil tüm Türkiye'de battaniye fiyatları bir anda 100-150 TL'den 400-500 TL'lere çıkarıldı. Sahi biz kendi insanımıza böylesine zor günde bile ne ara bu denli insafsız, bu denli vicdansız, bu denli acımasız hatta bu denli hain oluverdik? Tüm yardım dağlarına ve seferberliğine rağmen, bu karşımızda duran acı bir hakikatti.
Önce anne-babalar sonra tüm eğitimciler hepbirlikte elbirliği ile öyle bir nesil meydana getirdik ki... Helal-haram kaygısı yok! Emek yok! Şükür yok! Kanaat-sebat yok! Sabır yok! Sorumluluk yok! Sevgi, saygı, edep zaten Hak getire! Kolay para ve lüks hayat peşinde her şeyi mübah gören bir anlayışla, her türlü mezbeleliğin ve belanın içine dalmakta zerre tereddüt etmeyen, henüz 17-18 yaşlarına gelmeden birer suç makinesine dönüşmüş genç bir yığınla karşı karşıyayız. Sokaklarımız dolayısıyla çocuklarımız, ailemiz güvende değil. En alçakça suçu bile işlemeleri durumunda "filanca şunu, öbürü de bunu yapmış. Benim bu yaptığım çok mu?" diyerek, en adi suçları işlemeyi bile kendilerinde meşru gören bir şuur(suzluk) içerisindeler.
Evet, avucumuzdaki son kıymetli mücevherat da düşüp kaybolmak üzere artık. Öyle ki, insanlarımız arasında önce sevgi uçup gitti. Sonra saygı kalmadı. Kimse kimseyi anlamaz oldu. Çünkü artık "dinlemez" yani birbirimize kayıtsız oluvermiştik. En acısı da insanlarımız arasında "güven" hissi kayboldu. Kimse kimseye inanmaz oldu. Sahtekarlık, düzenbazlık şiar edinildi. Neredeyse tüm arkadaşlık ve birliktelikler samimiyetten uzak, riya ve beklenti içerir oldu. Menfaat ve çıkar ilişkileri çoğaldı. Gerçek dostluklar, yarenlikler ise günümüzde sadece siyah renkli kuğular adedince!
Bir araya gelen her iki kişi, karşısındaki kişiden "nasıl istifade ederim, faydalanırım?"ın derdine düşmüş durumda. Hatta bu uğurda maddi-manevi sunumlar, ikramlar bile yapılmakta. Yani tam olarak "kaz gelecek yerden, tavuk esirgenmez" hali. Oysa Merhum Cemil Meriç tam da bu hususta, "İyilik eden, mükafat beklediği an tefecidir." diyordu.
Toplumca geldiğimiz bu noktayı, düştüğümüz bu kuyuyu iyi anlayabilmek için, dışımızda cereyan eden tarihi olayları da kronolojik yönden iyi analiz etmek gerekir.
Batı'da Coğrafi Keşifler ile başlayan yeni süreç, orta sınıfı temsil eden tüccar kesiminin günden güne güçlenmesiyle devam etti. Öyle ki, kral ve soylular ile de birleşen bu güç, önce kiliseyi-Orta Çağ skolastik düşüncesini ortadan kaldırdı. 18. yy'da Fransız İhtilali sonrası bireysel özgürlükler ve 19. yy Sanayi Devrimi ile bu seçkin ayrıcalıklı zümrenin önü daha da açılır oldu. Sonuçta dünyanın dört bir yanında "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" naraları yükselir oldu. Böylelikle bireysel özgürlükler, bireyselliğe, bireysellik bencilliğe, bencillik ise tekelciliğe evrilir oldu. Orta Çağ'daki derebey şatoları, bu yepyeni çağda yerini şirketlerin-holdinglerin gökdelenlerine bıraktı. Batı'daki bu mekanik-maddi gelişmeler, birdenbire sömürge savaşlarını patlatıverdi. Özellikle İngiltere ve Fransa, sonrasında ise Almanya ve İtalya, gibi süper güçler Afrika, Ortadoğu ve Hint Sahası'nın kaynaklarını eme eme bugünkü durumlarına-konumlarına ulaştılar.
İşte tam da bu dönemde Müslüman Türk Milleti içerisinde bu maddi güce hayranlık duyan hatta tam manasıyla teslim olan bir zümre peyda oldu. Devlet, öz evlatlarını vatanın geleceği için Paris'e, Londra'ya, Berlin'e gönderirken, bu gençler o diyarlarda ruhlarını kaybettiler. Hatta deyim yerindeyse ruhlarını şeytana sattılar.
Aslına bakılırsa Cihan Devleti, bu sürece yani Sanayi Devrimi'ne kayıtsız kalmamıştı. Öyle ki, sadece II. Abdulhamid Han Dönemi'nde açılan çelik fabrikaları, demir yolları, tersaneler, tıbbiyeler-hastaneler, üniversiteler, matbaa atölyeleri, ziraat okulları, kısaca eğitimden sanayiye, hizmet sektöründen tarıma pek çok alanda gerçekleşen önemli atılımlar, Cumhuriyet Tarihi'mizin her hangi bir dönemiyle belki kıyaslanamaz bile. Demem o ki, Osmanlı bu yönde Batı'dan geri kalmamıştı. Onun asıl geri kaldığı taraf (ki ben buna şerefli gerileme diyorum) aslında sömürgeciliktir. Yani Osmanlı bir fabrika kuruyorsa, Batı aynı anda 10 fabrikanın hem hammadesini hem de işçi gücünü sömürge sahalarından kolaylıkla tedarik edebiliyordu. Osmanlı, işte bununla rekabet edemedi.
İslam Hukuku, sömürüye, işgale müsade etmiyordu. Bundan dolayı fethedilen yerlerdeki topraklara dokunulmamış, bunun yerine toprak sahibinden ya vergi alınmış ya da tımarlı sipahilerin barınması, beslenmesi sağlanmıştır. Çünkü sömürü demek, kendi çıkar ve menfaatin için başkalarının enerji ve kaynaklarını tüketmek hatta bir bakıma çalmak manasına gelmekteydi. Mesela yakın zamanda Amerika'nın Irak'ta yaptığı gibi veya şu anda Venezuela'ya yapmaya çalıştığı şey gibi. Oysa İslam, böylesine vandallıklardan münezzehtir.
Bu gerçek zenginliği tam olarak idrak edemeyen, unutan ya da bizzat gönüllü köleliğe soyunan hainler eliyle koca Cihan Devleti paramparça edildi. Biz buna bir bakıma "karşı devşirme operasyonu" diyebiliriz. Yani bir bakıma, kendi icat ettiğimiz silahla intikam operasyonu yedik ve hala daha yemekteyiz!
Bünyede baş gösteren tüm bu arızaların temeli aslında "dünyevileşme" hastalığından kaynaklanıyordu. Adına Modern Türkiye denilen bu yapı işte bu cılız hatta eğri kolonlar-direkler üzerine inşaa edilmek istendi. Sonuç olarak sadece bir asır gibi kısa bir sürede sosyo-kültürel manada neredeyse iflasın eşiğine varıldı
Geldiğimiz son safhada Anadolu İrfanı dediğimiz bu olgunun en önemli yapı taşı olarak "ahlak" anlayışımız öylesine hasar aldı ki, sokaklarda iç çamaşırlarıyla dolaşan genç kızlar, şarkılarında bile "namus"u bir türlü bulamayan sözde sanatçılar, cinsiyet değişimi sırasında bekleyen körpe çocuklarla doldu etrafımız. Sınır, hudut, had tanımaz, marjinal bir kitle bu. İsyan, özenti, arada kalmışlık veya nisyan krizleri içerisinde çırpına çırpına can çekişen bir hasta! Üstad Kadir Mısıroğlu "Yükselmede de alçalmada da zirve bizde." sözünü boşuna sarfetmemişti.
Hülasa, bu inci ve mercanı yeniden keşfedecek, onu yeniden cilalayıp parlatacak eller, anne ve babalardır. Dolayısıyla bu yeni fethe en başta kendi evlerimizden başlamalıyız. Anadolu İrfanı dediğimiz yapı bu sayede tekrar ayağa kalkacaktır. Yine merhum Cemil Meriç'in "Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız. Düşman bir medeniyetin! Bambaşka ölçüleri olan. Çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin." sözünü pusula edinerek yola koyulmalı ve işe üzerimizdeki özenti hastalığını ve Batı asimilasyonunu hatta üzerimizdeki mankurtluk toprağını savurup atmakla başlamalıyız. Zira başımıza ne geldiyse çağdaşlaşma adı altında modern kapitalist Batı'nın pagan putlarını kendimize kılavuz hatta yaşam sebebi belleyişimizden geldi.
Hal böyleyken, selam olsun çağımızın İbrahim'lerine!
Engin Yiğitoğlu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.