ADALET DAİRESİ

Osmanlı bir “adalet dairesi” nizamı idi. Bu nizam, tımar ve esnaf teşkilatı ile tanzim oldu. Tımar sistemi “askerî çiftçilik” iktisadiyatıdır. “Asker” kelimesi ilginçtir: Hem Batı’ya karşı seferî bir duruşu ve hem de asgar (küçük) ekonomiyi muhtevîdir. Osmanlı’da ekonomi Batı ile savaştadır. Ekonominin seferî bir niteliği olmadığını söyleyenler, Batı’nın Ortadoğu’daki askeri müdahalelerini izah edemeyeceklerdir. Klasik Osmanlı doktrinine göre iktidarın iktidar olması kuvvet kullanımına bağlı kalmaz. Her toplumun bir devlet’in varlığına ihtiyacı vardır ama devletin de varlığını sürdürmesi tebaanın refahına bağlıdır. Moğollar Anadolu’ya gelmiş bir “kuvvet” olarak, “daire-i adliye”yi tesis edemediklerinden burada tutunamamışlardır. Sonraki Moğolların da akıbeti bundan başkası değildir.

Adalet Dairesi’ni tanıyalım: 1.Adldir mucib- i salâh- ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan) 2. Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet) 3. Devletin nâzımı kanundur (Devletin nizamını kuran kanundur) 4. Kanuna olamaz hiç hâris illa mülk (Kanun ancak saltanat ile korunur). 5. Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat -devlet- ancak ordu ile zaptedilir) 6. Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile ayakta kalır) 7. Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan halktır) 8. Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adl (Halkı idare altına ancak Cihan Padişahı’nın adâleti alır).  Kınalızade Ali Efendi’nin “adalet dairesi”, İbn Haldun’un da Aristo’dan naklen verdiğibir “devlet-millet” teorisi. Aristo’nun İskender’e verdiği öğütte Adâlet Dairesi olarak zikredilen esaslar belirtilmekte ve daire halinde gösterilmekte imiş. Bu nedenle İbn Haldun da meseleyi Kınalızade gibi formüle etmişti: Mülk ordu ile vardır; ordu mal ile; mal vergiyle; vergi imaretle; imaret adâlet ile; adâlet devlet adamlarının ahlâkıyla; devlet adamlarının ahlâkı sultan ve vezirlerin doğruyu ayakta tutmaları ile mümkün olur. Sultan raiyyenin haline vakıf olup, onlara adalet ve ürettiği ile geçim nizamı sağlamaya muktedir olursa asabiyeti diri tutar. Adalet bozulur da hükümdar refaha ve debdebeye kayarsa asabiyet çözülür. Sultan kendini halkın ve malın efendisi sayar; halk ise adalet kalmayınca üretme şevkini yitirir.

Osmanlı’nın uyguladığı “Adalet Dairesi” bir dizi esas üzerinde bina edilmiş görünüyor. Onun modern toplum algısının karşısındaki yerini ütopik anlamda tasnif edebiliriz ve önümüzdeki çağa uyarlayabiliriz: 1) Adalet Dairesi açısından“aile” toplumun temelidir; 2) Aile modeli, olmazsa olmazı sayılan “mahalle” kavramına yaslanır, mahallede yaşayanlar birbirlerinin kefilidir; 3) Modern ekonominin istihdamı kentte toplama yani “dikey uygarlık” zihniyetine karşı, “ufkî medeniyet” anlayışı geliştirilmelidir (toplum iki üç katlı bahçeli “ev”lerde oturacaktır; 4) “Tam İstihdam” felsefesi uygulanır; üretim alanı devlete aittir; devlet iş veremediğine geçim verir; bakımsız ve boş araziyi ihya edene 5 yıl kira ve vergi salınmaz; vergi servete salınır; pazarlar üretene ve az kârda bereket arayan satıcıya açılır; 5) Birilerinin kazancı diğerlerinin “ev”siz ve işsiz kalacak şekilde fakirliğinin sebebi kılınamaz, 6) Üretimin amacı topluluğun ihtiyacını karşılamaktır; toplumun kendi üretmediği malın külfeti onu tüketene aittir; lüks israftır; 7) Kentin vergisi, kırın vergisinden pahalıdır; 8) Devlet, yaşlı olup da bakıma muhtaç vatandaşlarının birinci dereceden yakınlarına “bakım karşılığı” maaş verir; kimse “birey” bırakılamaz; 9) Devlet mal üretimini hizmet üretiminden üstün tutar; halkın ihtiyacı olan malı üretene pazarda yer açmak devletin görevidir; üretimin amacı dünya pazarları değil küçük adamın geçimidir; 10) Devlet her mahalleye sağlık, eğitim ve güvenlik hizmetleri tesis etmeye vazifelidir. Vatandaş mahallesinin ve mahalle sakinlerinin ihtiyaçlarını “avarız akçası” toplayarak karşılamalıdır.

Osmanlı “adalet dairesi” prodüktivist bir anlayışla kuruluydu. Osmanlı sipahisi, hem vergi toplayıcı hem üretimin işleyişini denetleyici bir göreve sahipti. Vergi alım- satım üzerinden alınmamaktadır. Yani Osmanlı maliyesi açısından bir kişinin kayıt- dışı olması demek tımara girmemesi demekti. Tımara girmiş kişinin kayda girdiği farz edilirdi. Tımarın değerine göre vergi salınırdı. Bu sistem aynı zamanda vergi denetiminin gereksiz personelizme saplanmasına da engeldi. Yani “satış yaptın, fatura kestin mi?” türünden bir soru üzerinden vergi denetimi sağlanmamakta ve böylece her satış işlemi için bir vergi memuru bulundurma mecburiyeti kalmamaktaydı.

Osmanlı’da saray, ordu Avrupa içlerine doğru ilerledikçe tımar sistemini ve esnaf yapısını bozacak bir personelizme yakalandı. 1539’da Lütfî Paşa “Asafname” adlı risalesinde “Halka yüz verilmemelidir” diyordu. 1539- 1592 arası dönem, Osmanlı’nın tarihinin en büyük toprak genişliğine ulaştığı bir zaman parçasıydı. Bu dönemde Osmanlı bürokrasisinde Anadolu’daki modelin Avrupa endüstriyel toplumu ile rekabet edemeyeceği algısı gelişmişti ve sistemi bozmaya dönük güçlü bir temayül oluşmuştu. Küçük ve geçimlik ticaret felsefesinden dünya- ekonomi ile uyumlu ticarete geçiş, Anadolu’da on binlerce ailenin pazara girememesine yol açtı. 1545’te Peru ve Meksika’da altın ve gümüş bulan Batı, Osmanlı’nın para dengesini bozacaktır. Nitekim 1560 sonrası Batı’nın ticari ve sınaî mamullerinin Osmanlı pazarını işgal etmesi, yerli üretici ve esnafın iflas etmesi ile neticelendi. 1585’teki büyük devalüasyon halk adına tam manasıyla iflastı. Bu süreç 1590’da başlayan tımardan çözülme ile sonuçlandı ve Celali ayaklanmaları başladı. Ayaklanmalar otuz yıl kadar sürdü; toplumsal vicdanda “adalet” inancını da, “geçim” felsefesini de yıktı. Geçim bulamayan kitleler kentlere aktılar. Halk tımardan kaçıp Yeniçeri yazılmak istiyordu. Yeniçeri yazılmak, “artık üretmek istemiyorum” demektir. Ziraî ve ticarî dinamiğini modernleşme politikaları ile kaybeden Osmanlı kendini var eden unsurlarla bağlarını kopartıp hayatiyetine son vermeye mecbur kaldı. 

Önceki ve Sonraki Yazılar