Almanya Treni'yle terra incognita'ları ve kardeşleşme sürecini keşfetmek

FİLİBE-BELGRAD
Filibe'ye gece giriyoruz. Otele zor atıyoruz kendimizi. On saatten fazla süren tren yolculuğu derman bırakmıyor kimsede. Yorgunluğumuzu, konsolosluğumuzun mütevazi, medenî, gönüldolu görevlilerinin her şeyimizle içtenlikle ilgilenmeleriyle gideriyoruz az biraz... Konsolosluk görevlileri, ekibimizden bazı milletvekili arkadaşlarımızın talepleri üzerine birkaç kişiyi -de olsa- Filibe gecelerinde Osmanlı türbelerini, camilerini, eserlerini gezdiriyorlar... Ve sabaha kadar, otelden çıkıp Belgrad'a doğru yol alana kadar bize eşlik ediyor bu güzelim insanlar.

Filibe, bir zamanlar, İslâm şehir ve ruh mimarisinin en güzide, en nazenin çiçeklerinden biriydi: Şimdi şehirde ürpertici bir ruhsuzluk kol geziyor: Dondurucu bir rüzgâr, hepimizi birbirimize daha fazla "yak/ın/laştırıyor".

Büyük âlimlerin, âriflerin, devlet adamlarının yetiştiği Filibe'de hayat durmuş; bu şehre hayat veren, ruh üfleyen Osmanlı izleri ise büsbütün yok olmaya yüztutmuş...

 

* * *

Keşif, yolculuk demek: Yolculuk, İsmet Özel'e gönderme yaparak söylemek gerekirse, "yola çıkmaya hüküm giymekle" mümkün, keşif. Bizde, yol fikri de, yolculuk fikri de yok. Bizi "yol tutuyor" artık: Yolumuzu da, pergelimizi de şaşırmış vaziyetteyiz.

Oysa üzerinden geçtiğimiz topraklar, bizi "yol"a / "kendine" / "kendimiz"e davet ediyor aslında: Çıkılacak keşif yolculuğundan bitimsiz, doyumsuz tadlar, umutlar ve ufuklar sunacağını vadediyor bize: Bir terra incognita / keşfedilmemiş kıta, üzerinden geçtiğimiz topraklar: Her biri taptaze yemişler devşirmemize imkân tanıyacak; keşfettiğimizde, bu toprakları, bu toprakların yeşerttiği, tanık olduğu, gizlediği ruhu bize cömertçe sunacak engin, zengin, verimli ve bereketli topraklar.

 

* * *

Darülcihad şehri Belgrad'a girerken İngiliz seyyah Alexander Kingsley'in tasvir ettiği "kâmil insan tipi"nin izlerine rastlayabilir miyim, heyecanı kaplıyor her bir yanımı.

1843-46 yılları arasında Osmanlı medeniyet coğrafyasında çıktığı seyahatin ilk durağı, Avrupa'dan Osmanlı'ya giriş kapısı, uç noktası Belgrad'dan Osmanlı topraklarına adımını atar atmaz, ilk gördüğü manzara karşısında şok geçirir İngiliz seyyah. İngiliz seyyaha şok geçirten bu manzara neydi, peki? Bir hamal. Evet, yanlış okumadınız: İri kıyım, cüsseli ama incelikli, nezih, gönlübol, nefis ve derûnî zevk sahibi bir Osmanlı hamalı. Ama Osmanlı beyefendisi sanki!

İngiliz seyyahın neden şok geçirdiğini anlayabilmek için, Avrupa tarihini eşzamanlı olarak okumak gerekir: O vakitlerde, Avrupa'da Birinci Sanayi Devrimi'nin köksaldığı bir zaman diliminde, Osmanlı hamalı'nın Avrupa'daki muadili "işçi sınıfı"dır: İtilmiş, kakılmış, nefret ve öfke dolu, kültürsüz, sadece karın tokluğuna çalışan, çalışmak için yaşayan bir varlıktır bu.

 

* * *

Belgrad'ta yaklaşık iki saat dolaşıyoruz. İnsanların yüzlerine bakıyorum, görünmeyen "yüzlerini" görebilmek için: Açıkçası ürküyorum: Donuk yüzler; yaşlı, "içi geçmiş" insanlar ve kayıtsız, kaygısız gençler geçiyor önümden yalnızca.

Osmanlı'nın "cihadyurdu" olarak nitelendirdiği, Osmanlı medeniyetinin varlığını idame ettirebilmesi için stratejik açıdan hayatî önemi hâiz Belgrad sokaklarında yürüyecek derman bulamıyorum ayaklarımda, tıpkı Sâmiha Ayverdi gibi: Ruhumda fırtınalar esiyor...

Şirin mi şirin, şiir gibi Osmanlı Kalesi'ne gelince ve rehberimiz Boşnak kökenli Nasır İdris'in anlattıklarını işitince, ruhumdaki fırtınanın biraz dindiğini hisseder gibi oluyorum.

Osmanlı Kalesi, Sava Nehri ile Tuna Nehri'nin birleştiği bir tabiat harikasının tepe yerinde biri Avrupa'yı, diğeri Osmanlı'yı, dolayısıyla İslâm'ı, ruhunun renklerine boyayan bu iki nehri, bu iki medeniyet akımını buluşturan, bu buluşmayı koruyan yılmaz, yorulmaz bir alpereni, bir dervişi andırıyor...

 

* * *

Rehberimiz, Nasır İdris Bey, Osmanlı'nın buraya gelir gelmez bir "kardeşleşme süreci" başlattığını söyleyince, ruhumda esen fırtına biraz daha dinmeye ve zihnimde oluşan fotoğraf tamamlanmaya başlıyor yavaş yavaş. Ama Nasır Bey, bu "kardeşleşme süreci"nin kilise tarafından yok edildiğini söyleyince, Kingsley'in "derviş ve ârif hamal" tipini aramanın boşuna olduğuna karar veriyorum artık.

"Peki, ne olacak bu hâl?" diye sorduğumda, Nasır Bey'den aldığım cevap, çıktığım bu terra incognita yolculuğunun boşuna olmadığını göstermeye yetiyor bana: "Bize yeni bir Osmanlı gerek" deyiveriyor Nasır Bey. "O da niye ki?" diye sorduğumda, aldığım cevap "bitiriyor" beni: "Çünkü Osmanlı, adalet demek; çünkü Osmanlı, kardeşleşme demek; çünkü Osmanlı, bütünleşme demek; çünkü Osmanlı huzur demek."

Açıkçası aynı özlemi, son on yıldır Balkanlar'dan Kafkaslara, Afrika'dan Uzak Asya'ya kadar bizzat gözlerimle gördüğümü söyleyeyim de, gerisini siz düşünün artık.

Eee, ben de boş durmuyorum. Sarılıyorum hemen Nasır İdris Beyin boynuna ve yeni kardeşleşme sürecinin taze tohumunu konduruyorum alnına, oracıkta, herkesin önünde, alkışlar arasında.

Almanya treninde de nezih ve nefis bir "kardeşleşme süreci" yaşıyoruz... Bu da pazartesine artık...

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar