Ben de akredite oldum

HER şey posta yığınının arasından çıkan alabildiğine "resmi" ve "gösterişsiz" bir davetiye ile başladı...

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, beni Ankara'da Gazi Orduevi'nde düzenlenen "30 Ağustos Resepsiyonu"na davet ediyordu.

Kalakaldım...

Çünkü...

Şunca yıllık gazetecilik hayatımda ilk kez Genelkurmay Başkanlığı'nın düzenlediği bir organizasyona davet ediliyordum.

İlk kez bir askeri alana girecektim. İlk kez bir orduevi görecektim. İlk kez askerlerle yakın temas kuracaktım.

Tam "Yaşasın komşular! Ben artık akredite oldum" diye haykıracakken...

Birden davetiyenin altında yer alan "Erkekler: Smokin" ibaresini fark etmeyeyim mi?

O dakikadan itibaren muazzam bir ikilemin pençesine düştüm.

Smokin şartına rağmen, koyu renk takım elbiseyi kravatla resmileştirerek gitsem, "Adama bak! Tayyip Erdoğan'ın sünnetini uyguluyor" diyeceklerdi.

Henüz akredite olmamış eski dostlarımın benim üzerimden çevirecekleri her türden geyiği göze alarak smokine bürünsem, bu sefer de fazla "heveskár" bir görüntü çizecektim.

Hemen Ankara'da askerin nabzını iyi tutan meslek büyüklerimi arayıp, "Durum böyleyken böyle... Hadi söyleyin... Ahmet nasıl kurtulur? Ben şimdi ne yapacağım?" diye sordum.

"Deniz Baykal bile takım elbise, kravat geliyor. Sen de öyle yapabilirsin" demesinler mi?

Mükemmel bir "laik dayanak" bulmuştum kendime.

Acayip rahatladım.

İşgüzar bir dostumun, "Sakallılar orduevlerine giremez" diye çıkıntılık yapmasına ise hiç takılmadım.

"Peki o zaman Emin Çölaşan ya da Hulki Cevizoğlu nasıl giriyor aslanım" diyerek susturdum onu.

Artık Gazi Orduevi için hazırdım.

Bunca yıldan sonra gelen akreditasyonun önünde hiçbir engel kalmamıştı.

Ve saat 19.30'da...

Hürriyet'in Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu ile birlikte Gazi Orduevi'ne doğru yola koyulduk.

Ben heyecana gark olmuşken, Enis'in alabildiğine kayıtsızlığı sinirimi bozuyordu.

Bir aceminin orduevi notları

MÜKEMMEL ORGANİZASYON Gazi Orduevi'nin bahçe kapısından resepsiyon alanına kadar her tarafta mükemmel bir organizasyonun izlerini görmek mümkündü. Havaya kibarlık ve anlayış egemendi. Yüzlerce davetli, en küçük bir aksilik yaşanmaksızın içeri alınıyordu.

İLK ÜRKEKLİK İlk kez bu kadar çok üniformalı görüyordum! Ne yalan söyleyeyim: Resepsiyon alanında önce bir parça yabancılık çektim. Bakışların dostça olup olmadığını kontrol etmeler, bir tanıdık bulup kaynamaya çalışmalar, ürkek ürkek etrafı süzmeler falan. Ama sonra Ankaralı gazetecilerin içten ilgisi sayesinde Brecht'in "yabancılaştırma efekti"ni canlandırmaktan kurtuluverdim.

TANIŞTIR BENİ Ortama o kadar alıştım ki, bir arkadaşıma "Şu açık renk smokinli, bir zamanların ünlü MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa değil mi? Hadi beni tanıştırsana" bile dedim. Aleyhinde yazılar yazdığım Tuncer Paşa, tam bir salon adamıydı. Gerçi hakkındaki eleştirilerime ima yollu göndermeler yaptı ama centilmenliğini asla kaybetmedi.

NURAN'IN MİHMANDARLIĞI Şu andan itibaren Genelkurmay çevrelerine yakınlığıyla tanınan iletişim uzmanı, akademisyen dostum Nuran Yıldız'ın mihmandarlığına kendimi bırakmış durumdayım. Nuran, "Gel seni Genelkurmay Başkanı Başbuğ ile tanıştırayım" dedi. Başbuğ'un bulunduğu bölüme doğru harekete geçtik. Ve bir süre sonra Paşa ile karşı karşıyayız...

BAŞBUĞ İLE SOHBET Başbuğ Paşa "temas" ve "mesafe" sanatını çok iyi bildiğini yansıtan bir tavırla karşıladı bizi. Soru sorulmasına izin vermeden, 30 Ağustos'un anlamı üzerinde durdu. Büyük Zafer'in pek bilinmeyen ayrıntılarına girdi. En sonunda ise sıra kıssadan hisseye geldi: Gençlere tarih bilincini aşılamalıyız. Bir ara etraftaki gazetecilerin arkadan bastırmalarıyla iyice sıkıştığımı fark eden Paşa, "Biraz açılın... Yoksa Ahmet Bey bir daha gelmez" diyerek espri yaptı... İzlenimim şu: Başbuğ ağır başlı ama esprisiz değil. Ciddi ama gülümsemeyi ihmal etmiyor. Temkinli ama soğuk değil. Fazlasıyla dikkatli, ölçülü ve vakur biri.

SEVİL BAŞBUĞ'LA TANIŞMA Resepsiyonun sonlarına doğru Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un eşi Sevil Başbuğ ile de tanışma fırsatı buldum. Sevil Hanım, çok nazik, alçakgönüllü ve içtendi. Benim için asıl sürpriz ise Sevil Başbuğ'un, beni akredite olmadığım yıllardan beri ilgiyle izlediğini söylemesi oldu.

Cumartesi hariç her gün

BUNDAN önce salı ve cumartesileri yazmıyordum...

Haftada iki gün yazmamak, "Hangi günler yazmıyorsun?", "Bugün yazın yok", "Ne zaman yazıp yazmadığını bilemiyoruz" türünden şikáyetlere yol açıyordu.

Oysa haftada bir gün yazmamanın işi kolaylaştıran bir tarafı var.

Çünkü "Cumartesi hariç her gün" cümlesi kurulabilir.

Ben de işin bu kolaylaştırıcı tarafına teslim oldum.

17 günlük bir tatilin ardından bundan sonra haftada 6 gün yazacağım.

Bir başka deyişle: Cumartesi hariç her gün.


Önceki ve Sonraki Yazılar