Devlet-ulustan ulus-devlete geçemeyince

Kendisine geçmiş olsun dediğimiz ve acil şifalar dilediğimiz Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başarılı geçen operasyonu.

Fas genel seçimleri ardından dün start alan Mısır seçimleri...

Dünya sisteminin her gün biraz daha duvara sıkıştırdığı Esat rejimi...

Komşularla sıfır problem stratejisi çöken Türkiye’nin bu kez ‘merkezle sıfır problem’ anlayışına zıplaması...

Dün Erdoğan’ın ameliyatı dışında gündemin ağırlıklı maddesi dış politikaydı... Ancak gerek dış politikada, gerekse de Dersim bağlamında yeniden ortaya çıkan temel bir sorunu deşmedikçe, hızlı yol almamız zor gözükmekte...

***

Ulus-devlet, bir ırkın önce siyasallaşması...

Ardından kendisinin ulus olduğunun bilincine varması... Sonra da devletleşmesiyle oluştu.

***

Osmanlı, bir ulus-devlet değildi, kozmopolit bir siyasal birlikti.

Türkiye Cumhuriyeti ise bir ulus-devlet olma amacıyla işe girişti ama olmayan ulusu yaratmak işlevini devlet üstlendi.

Türkiye Cumhuriyeti, devletin şekillendirdiği ve şekillendirmeyi sürdürdüğü bir ulus olgusu üzerine inşa edildi. Daha doğrusu edilemedi...

***

‘Ulus’, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan herkesi soy, din ve kültür farkı gözetilmeden içine alan bir siyasal birlik olarak düşünüldü.

Ayrıca çoğulcu bir siyasi örgütlenme yerine otoriter bir rejim yeğlendi.

Acilen ortak bir siyasal kültür oluşturma hedefi ‘çeşitlilikten ya da farklılıktan birlik’ yaratmak yerine, ‘farklılıkları benzeştirmeyi’ öne çıkardı. Sonunda Türk ve Sünni özellikleri ağır basan bir yapı ortaya çıktı.

Kürt ve Alevi sorunu da bu sağlıksız yapının bize bıraktığı mirastır...

***

Dünyanın ‘ulus-üstü örgütlenmelere’ geçtiği günümüzde bu eksikliğin çözümü nedir?

Hiç şüphesiz ‘vatandaşlık’ kavramının ‘hukuksal’ içeriğine sahip çıkan demokratik bir devlet ruhu...

Vatandaşını, ırkına, dinine, mezhebine göre ayırmayan, ‘devletin eşit üyesi’ olarak algılayan bir yönetim...

Bu çözüm hedeflense, bu topraklardaki eski uygarlıklara da sahip çıkan, evrensel insanlık âlemi ile Türkiye toplumunu barıştıran bir süreci de kendiliğinden doğuracak.

***

Ama o da hiç kolay değil...

Çünkü otoriter Cumhuriyet, Dersim olaylarının da gösterdiği gibi hukuku saf dışı bırakmayı refleks haline getirmiş.

İlk Meclis’teki muhalefet grubunun başkanı Hüseyin Avni Ulaş, hukukçu kimliğiyle hep bunu hatırlatıp durmuştur:

“Hüseyin Avni Ulaş, İstiklâl Mahkemeleri hakkında, bu mahkemelerin el uzatmadığı alanın kalmadığı, hükümetin bütün icraatlarını eline aldığı ve meclis adına hükümler verdiğini vurgular ve eğer bir mahkeme teşkil edilecekse, bunun da hukuk kuralları içinde işletilmesi gerektiğini belirtir. Milli Mücadele dolayısıyla yaşanılan olağanüstü durumun, konunun sakıncalarını büsbütün devre dışı bırakmadığını Hüseyin Avni Bey şu sözlerle ifade etmektedir: ‘Memleketimiz üç İstiklâl Mahkemesiyle mi idare ediliyor? Efendiler her kazada bidayet mahkemeleriniz vardır. Cinayet mahkemeleriniz vardır. Gelişigüzel üç kişiye ‘kendi görüşünüze göre hüküm verin’ deyip yetki vermek, milletin hukukunu tepelemek demektir. İhtilalin de bir hukuku vardır. Hüner, isyan ettirmemektir. Kanun hâkim olmalı. Şahısları hâkimiyeti payidar olamaz.”

***

Dersim tartışmaları bırakın ulus-üstü örgütlenmeyi, bizim henüz devlet-ulustan ulus-devlete geçemediğimizi...

Devlet’in hukuk dışı işlem yapamayacağını içselleştiremediğimizi göstermekte...

Bunları çözemedikçe, uluslararası sitemin bölgedeki yükselen yıldızı olmak arzusu da, ‘komşularla sıfır problem’ siyaseti gibi çökebilir...

***

Tek sevindirici taraf, artık yapısal sorunları ciddi bir şekilde konuşur hale gelmemiz...

Bakarsınız konuştuğumuz yapısal sorunları da bir gün çözebiliriz...

Önceki ve Sonraki Yazılar