İstanbul'un Fütûhât-ı Şam'ı: Çağ/rı çağ/rı büyüyen çağlayanı

"İşte şu kapıdan, Yedinci Kapı'dan, Şark Kapısı'ndan girmiş, şeref vermişti Halid b. Velid bana, ey Yüce Ağabey!" diyor Şerefli Şam... Sır kapısından, İstanbul'un sırrını da kendinde saklayan, sırdaşı Şam'ın esrarlı Bâb-ı Şark cephesinden...

Kime diyor? Elbette ki, Ağabey'i, Cankardeşi, ruh ikizi İstanbul'a... Şam-ı Şerif'te tam bir mükâşefeye, çift yönlü bir fethe dönüşen çok yönlü bir keşif gezisine çıktıklarında kardeşi Şerefli Şam'la...

Ama hüzünlü İstanbul... Düşünceli... Kendinde değil... "Hımmm, öyle mi?" diye karşılık veriyor, tepesinde sıra sıra cumbaların, kuş evlerinin dizildiği, avluda kuş seslerinin sessizliğin rengini derûnî bir Şam akşamında kuğu şarkısına dönüştürdüğü konaktan çevrilme Hevâlî Restoranı'na girdiğinde İstanbul...

Sabaha kadar, ayakta, yerinden hiç kımıldamadan cankardeşi Şam-ı Şerif'i "seyr"e dalıyor İstanbul... Şeyh-i Ekber'i, Hâlid-i Bağdâdî'yi, Salahaddin'i, Zengi'yi, Hz. Zeyneb'i, Rukiye'yi, Bilâl-i Habeşî'yi gece vaktinde ziyaret ediyor, turluyor ışık hızıyla, hiç bitmesin istediği bir fethe, bir keşfe koşarcasına... "Döndüğünde", kendine geldiğinde, gözlerinin kan çanağına döndüğünü görüyor İstanbul, Şam'ın, o çok iyi tanıdığı derûnî sabah ezanıyla silkinip yatağından fırladığında kan ter içinde...

Şam semalarının davûdî ezan sesi, mukabele sesi ve nefesi, İstanbul'un selâtîn câmilerinden dalga dalga, sayha sayha göğe yükselen o sese, kendi sesine, kendi nefesine ne kadar da benziyor öyle!

Şam, büyülüyor... Sarsıyor... Kendine cezbediyor... Cezbeye getiriyor İstanbul'u...

Şam'ın büyüsü, cazibesi nereden geliyor acaba? Ne var burada Allah aşkına?

İstanbul'un ruhu var Şam'da... Mekke'nin ilâhî öz'ü ve Medîne'nin nebevî söz'üyle mayası karılan, yoğrulan, pişirilen, aşk ateşine dönüştürülen İstanbul'un ruhu... Üstü örtülmeye, yıkılmaya, yok edilmeye çalışılmasına rağmen, o eskimez, pörsümez, dipdiri, capcanlı ruhu... Çağ/rı çağ/rı büyüyen, bütün çağları aşan, bütün ağlardan taşan, bütün çağ/rı/larla buluşan bir çağlayan, bir küheylan ruhu...

Şam'da, Şam sokaklarında, duvarlarında, televizyonlarında, insanları arasında "Usta Sinan gelmiş, Koca İstanbul gelmiş, haberiniz var mı?" diye bir ses dolaşıyor, dalga dalga yayılıyor, Kasiyun Dağı'nın eteklerinden yankılanıyor bu ses bütün şehirde...

Ey İstanbul! Şam sokaklarında, Şam'lı insanlar arasında, çarşılarda, pazarlarda, tarihî, irfânî coğrafyalarda keşif seyahatine çıktığında, Şam'ın seni çağıran, "Ey İstanbul!" diye sana seslenen senin sesini ve nefesini soluduğunu görecek ve sen de solumaya, soluk alıp vermeye başlayacacaksın o zaman...

İyi bak ve ayağa kalk ey İstanbul! Şam senin için çoktan ayağa kalktı bile! Şam'a iyi bak! Şerefli Şam, seni konuşuyor, senden konuşuyor, sen'le konuşuyor, sen'le koşmak istiyor... "Sen olmasan koşamam" diyor... "Koşu bittiğinde de koşabilmem için seninle koşmam, senin de koşman, koşuna koşman gerek" diye haykırıyor sana...

İyi bak... Dön arkana derinden bak, göreceksin, duyacaksın, iliklerine kadar hissedeceksin, kardeşin Şerefli Şam'ın seni sana hatırlatan çağrısını, sesini ve nefesini ta yüreğinde, kalbinin en derin, en mutena köşelerinde... Dikkatli bak! Dikkat'le bak! Hakîkatle kuşanarak bak; göreceksin... Osmanlı ceddimizin, Vahideddin Sultan'ın, çocuklarının, çocuklarının çocuklarının sürgün yeri Tekke-i Süleymaniye'de, Selimiye'de, Esat Paşa Külliyesi'nde, Kasiyun Dağı'nın eteklerinde, Şeyh-i Ekber'in huzurunda, yanıbaşında, Şam'ı "koruyan", senin "yeniden-gelişini" bekleyen, cihad erlerine, yürek erlerine, Anadolu erenlerine, Osmanlı şehidlerine ve şâhitlerine iyi bak!

Hamidiye Çarşısı, ne kadar da şirin bir şiir şöleni, ne kadar da şenlikli bir karşılama töreni sunuyor sana böyle!... Ya şu içeri açılan, içeride insana inşirah saçan çarşının ortasındaki apaydınlık, şirin mi şirin, serin mi serin, sâkin mi sâkin gerçekten şiir gibi mescid de neyin nesi öyle? Hay Allah! Ne kadar ince insanmış ecdad! Ne kadar da ince hamdedermiş şu Hâmid-i Sânî! Hamdini, nasıl da ince nakşedermiş taşa, toprağa, sokağa yani... Ne de olsa, Koca Sinan'ın çocuğu o... Evlad-ı fâtihanın, kâşifânın, mimarânın...

Önceki ve Sonraki Yazılar