Küresel İngiliz hâkimiyetine doğru (mu?)

İngiltere kraliçesinin Türkiye ziyareti, kraliçenin Türkiye'de yaptığı açıklamalar ve gezdiği yerler, üzerinde ziyadesiyle durulmayı hak ediyor.

Her şeyden önce, İngiltere kraliçesinin Türkiye ziyareti, Soğuk Savaş'tan sonraki süreçte başlayan İslâm'ın küresel sistem tarafından tehdit olarak konumlandırıldığı ve benim 11 Eylül Süreci olarak tarif ettiğim süreçte esaslı bir makas ve rol değişimine işaret ediyor.

Önceki yazımda da dikkat çektiğim gibi, Amerika'nın 2001 11 Eylülü'nden itibaren izlediği ve adına yanlış bir şekilde “demokrasi yerine güvenliği önceleyen strateji değişikliği” denen politikaların Amerika'yı küresel bir çıkmazın eşiğine getirip bıraktığını, bu küresel kaos ve çıkmaz sürecinin İngiltere tarafından çok iyi değerlendirildiğini ve dünya sisteminin şekillendirilmesinde İngiltere'nin şimdilik çok fazla fark edilemeyen ölçekte güç kazandığını göremiyoruz, ne yazık ki.

Amerika, özellikle de Clinton Amerikası, 2001 yılına kadar “dünyaya demokrasi ihraç eden ülke” olarak alkışlanıyordu. Ancak 2001 yılından itibaren Amerika, “güvenliği önceleyen” strateji değişikliğine gittiği zamandan bu yana lanetleniyor. Lanetleniyor; çünkü Amerika'nın güvenliği önceleyen stratejisi, dünyayı kaosun ve tam bir çıkmaz sokağın eşiğine getirip bıraktı.

Burada göremediğimiz yakıcı sorun şu: Amerika'nın demokrasi ihracı, yeni bir emperyalizm biçiminden başka bir şey değil. İngilizlerin dünya sistemine çeki düzen verdikleri 19. yüzyılda bu “oyun”un adı, “medenîleştirme misyonu”ydu. Medenîleştirme misyonu, örtük veya yeni sömürgecilik döneminin başlangıcıydı: Temel hedefi, dünyada özelde İngiliz, genelde Batı hâkimiyetini tesis etmek ve bu hâkimiyete direnecek ülkeleri ve aktörleri devre dışı bırakmak, tarihten uzaklaştırmak, tarih yapan ülke konumundan tarihte tatil yapan ülke konumuna getirebilmekti.

Bu sürecin sonunda, İngiltere'nin amacı, merkezini Doğu Akdeniz havzası ile Hint Okyanusu havzasında kalan İslâm dünyasının oluşturduğu bölgede Abdülhamit döneminde hızla güçlenen Osmanlı'yı durdurmak ve bölgeyi, hinterlandıyla birlikte olabilecek en küçük parçalara bölebilmek ve böylelikle dünya üzerinde mümkünse İngiliz hâkimiyetinin pekiştirilmesini, eğer bu mümkün olmazsa, kuzenleri Amerika'nın hâkimiyetinin tesis edilmesini gerçekleştirmekti.

İngilizler, hedeflerine ulaşmayı büyük ölçüde başardılar: Osmanlı durduruldu; İslâm dünyası paramparça edildi ve haritalar -adeta cetvelle- yeniden çizildi. Asıl hedef, Osmanlı'nın durdurulmasıydı; çünkü Avrupalı düvel-i muazzama, sömürgelerinde birbirleriyle kıyasıya boğuşuyorlardı ve Avrupalı devletler arasındaki boğuşma, sonunda Avrupa'nın içine de sıçramıştı.

İşte İngilizler burada bizim göremediğimiz ve bu kafayla da sittin sene göremeyeceğimiz esaslı bir şeyi çok iyi (ön)gördüler: Eğer Osmanlı, dolayısıyla İslâm medeniyeti durdurulamayacak olursa, Avrupa ülkeleri zaten birbirlerine girecekler ve Avrupa büyük bir felâketin eşiğine sürüklenecekti: Önce kendileri, kendileri olmazsa kuzenleri Amerikalıların bölgeye hâkim olması, Batı uygarlığının varlığını ve hâkimiyetini sürdürebilmesi açısından bir hayat memat meselesiydi.

Osmanlı'nın durdurulmasıyla birlikte, hem İslâm dünyası paramparça edilmiş oldu; hem de Osmanlı coğrafyasındaki doğal gaz ve petrol yatakları bölge dışındaki emperyalist ülkelerin kontrolüne girmiş oldu.

Osmanlının durdurulmasından sonraki süreçte, Lozan'da, biz Türklere, görünüşte, toprak üzerinde bağımsızlığımız verildi; ama iddialarımızı, bizim tarih yapmamızı mümkün kılan, ruhumuzu ve varlık nedenimizi oluşturan medeniyet iddialarımızı terk etmemiz istendi bizden.

Biz de buna, nasılsa “bağımsızlığımızı koruyoruz” diyerek evet dedik. Bunun, yani iddialarımızı terk etmenin Türkiye'nin bağımsızlığını yitirmesi anlamına gelebileceğini, Türkiye'nin, kendisinden uygulaması istenen sekülerleşme projesiyle kendi kendini sömürgeleştirmesi (zihnen, ruhen ve sûretâ İslâm'dan uzaklaşıp metamorfoza uğrayarak Batılılaşması) gibi büyük bir tarihî yok oluş serüvenine soyunduğunu göremedik bile.

Şu ân gelinen noktada, Amerikan küresel hâkimiyeti meşrûiyetini çoktan yitirmiştir ve çatırdamak üzeredir. İngilizler, bu süreçte birinci derece rol oynadılar. Yani kuzenlerini -her zaman oynadıkları oyunu oynayarak- arkadan vurdular. O yüzden İngilizler, Amerika'yı devre dışı bırakarak Arap dünyası ile Türkiye'yi yanlarına alarak yeni bir küresel düzen tesisi için kollarını sıvamaya başladılar.

Yani, Türkiye'deki uluslararası stratejistlerin göremedikleri şaşırtıcı bir İngiliz atağıyla karşı karşıyayız.

Kraliçe'nin Türkiye ziyaretinden sonra Türkiye'nin ABD ile de, AB ile de ilişkileri artık eskisi gibi olmayacak kolay kolay.

Buradaki yakıcı soru şu: Türkiye, İngilizlerin küresel sıçrama gerçekleştirmek üzere olduklarını görerek yeni bir oyun mu kurmak istiyor; yoksa, bir kez daha oyuna mı geliyor?

Önceki ve Sonraki Yazılar