Yapılan gökdelen, yıkılan hatır...

Mızraklı İlmihal'de (Yayına hazırlayan: Profesör Doktor İsmail Kara.) "İmansız gitmenin sebepleri" başlığı altında kırk madde sıralanıyor. Bunlardan biri de şu: "Bir adamı tecrübe etmeden iyi demek..."

Japon ressamlar bir çiçeği üç ay seyreder, sonra oturup üç saniyede resmini çizerlermiş. Özellikle insan ilişkilerinde, bunun tam tersini yapıyoruz. Üç saniyede tanışıyor, ahbap-çavuş oluyor; sonra ondan kurtulmak için aylarca uğraşıyoruz! Uğraşıyorum...

"Tecrübe edilmeden iyi kabul edilen" o insanlar, Gülten Akın'ın deyimiyle, adeta "balımıza dadanıyor." Gerçi Akın, bu dizeyi içinde bulunduğumuz çağ için söylemiş. Tamamı şöyle: "İtip beni / Balıma dadanan bu çağı sevmedim." Çağ da konumuzun içinde...

Eskiler, eski dediysem yirmi-otuz sene öncesini kastediyorum, suretteki değişikliği, hele bariz değişikliği, zaaf işareti olarak kabul ederlermiş. Bundan dolayı, mesela hep aynı renk takım elbise giyerlermiş. Yani, aynı ceket ve pantolondan diyelim ki üç takım yaptırırlarmış. Çünkü suretteki değişiklik ile siretteki değişiklik neredeyse bir tutulurmuş.

Şimdi durum nasıl? Sadece 'her güne bir dua' gibi kıyafet giyenler değil, her daim fikir (ve muhit) değiştirenler de normal karşılanıyor. Böyleleri için "kendine bakıyor", "devamlı kendini yeniliyor" gibi 'güzel' laflar ediyorlar.

Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşı yıllarını anlattığı Zeytindağı isimli eserinin sunuş yazısında şöyle diyor: "Bizden Belgrat'ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak; 'Ne hacet' dedi, 'İstanbul'u da size verelim.' Babalarımız için Niş, İstanbul'a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar'ı, Trablus'u, Girit'i ve Medine'yi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk. Çocuklarımızın Avrupa'sı Marmara ve Meriç'te bitiyor."

Biz de, yani mütedeyyin camia, şunlar ve şunlar olmazsa yaşayamayız sanıyorduk. Görüldü ki, hem de çok iyi yaşıyoruz.

Dikkat ettiyseniz, rakım yükseldikçe, hem güzellik hem de maddi yoksulluk artıyor. Demek ki diyorum, güzellik ve zenginlik kolaylıkla bir araya gelmiyor, gelemiyor.

Aşağıları ise hiç sormayın... Özellikle "denize sıfır" veya "nazır" yerleri...

Adına "dava" dediğimiz şeyleri terk etmeyenler, hâlâ "dava delisi Kerim" gibi olanlar, hem güzelliği hem de yoksulluğu bir arada yaşayan/gören insanlar. Davasından ve derdinden geri adım atmayanları "köylü" diye suçlamaları bundan... "Bu köylüler bir şeyden anlamaz" falan...

Öte yandan, mevki makam anlamında rakım yükseldikçe, yani insanlar terfi aldıkça, sınıf atladıkça, hem maddi "güzellikler" artıyor, hem de manevi yoksulluklar. Durum ilk örneğimizin tam tersi...

Birileri, üstelik içimizden birileri, "bu işler eski usullerle olmuyor" diyebilir. Nitekim diyorlar da...

İşin aslı şu: Bizden, çağa ayak uydurup başkalarının "balına dadanmamızı" istiyorlar.

Demelerine göre; "Taklitçi zihniyet" diye suçladığımız kimseler, bizi geçmiş. Çok geçmiş hem de...

Onlara "geçmiş olsun" dedikten sonra, şimdi size olmuş bir hadiseyi anlatayım: Hollywood'da, Şarlo'yu en iyi taklit eden kişiyi bulmak için yarışma düzenlemişler. Yarışmaya Şarlo karakterini canlandıran Charlie Chaplin de gizlice katılmış. Ve otuz kırk kişinin içinde ancak dokuzuncu olabilmiş. Üstelik onu dokuzunculuğa layık görenler, sinema dünyasının önde gelenleri, yönetmenler, eleştirmenler vs...

Şimdi, hakkımız olduğu halde birinci olamıyoruz diye, biz de mi bir başkasını taklit edelim? Kendimizi ve ideallerimizi unutalım mı?

Tekrar Mızraklı İlmihal'e dönelim. Kitapta bir de yetmiş maddelik "Büyük günahlar" bahsi var. O günahlardan biri de şu: "Mümin kardeşinin hatırını yıkmak..."

Ben bunu, "Yapılan gökdelen, yıkılan hatır" diye şiire çevirdim. Siz nasıl okursanız okuyun...

Önceki ve Sonraki Yazılar