Ulul Elbab Nedir?

El- lübb, ceviz içi, hülasa, öz, cevher, hakikat, safî, temiz, akıl manasındadır. Sert bir kabuğun içinde değerli bir besin olan ceviz ile kafatasının içinde bulunan beyin arasında bağlantı kurulmuştur. Ceviz, beyin, düşünme faaliyeti bir kelimeye bağlanmıştır. Müfredat’a göre “Her lübb [لب] akıldır ama her akıl lübb [لب] değildir”. Müfredat niçin böyle tefrik ediyor? Ragıp der ki, “Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir. Ve ulûl elbabtan başkası tezekkür edemez” (2 Bakara 269) ayeti gereği, Yüce Allah, hükümleri kavrayabilenlerin, hikmeti anlayabilenlerin ancak arı duru akılların lübb [لب] sahibi tanımlanabileceğini ifade etmiştir (El- İSFAHANİ, c: 2, 2007: 528). Yine Müfredat’tan kavrama dair şöyle açıklama getirilmiştir: “لب فلان-يلب (Lebbe filanün-yelebbü) deyimi ise, bir kişinin saf, arı duru akla sahip olduğunu bildirir. لبَّبْتُهُ fiili de, bir kişinin veya varlığın kolyesine vurmaktır. Kolyenin bu isimle anılmasının nedeni ise, göğsün üzerine gelmiş olmasındandır” (El- İSFAHANİ, c: 2, 2007: 528). Müfredat’ta lübb [لب]’ün  “varlığın kolyesi” kavramı ile tarif edilmesi insana “kalb aklını” hatırlatan bir saha açıyor. İslam düşüncesine göre düşüncenin merkezi beyin değildir. Beyin kalb ile düşünür. Yani kalbsiz bir düşünme vücûda gelmez. Zaten hikmet onun için beyin faaliyeti değil kalb faaliyetidir. Modern bilgi paradigmasının bunu anlaması mümkün olmayacaktır. Kur’an görmenin de kafada değil kalbde olduğunu bildirir: “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur” (22 Hacc 46). İnsan eylemlerini belirleme bakımından kalbin işlevi noktasında modern insana söylenebilecek çok şey yok gibidir. Ancak aşık bir insanı bu mevzuuya delil getirebiliriz. Aşık, sevdiğinin adını dahi duysa nabzı yükselir, yüz rengi döner. Kalbin “düşüncesinin” vucûdu böyle sallamasının bir sebebi olmalıdır.

Akıl üzerine bir araştırmada son dönem kelamcıların, -Abduh dahil- aklı kalb ile ilişkilendirdiği ifade edilmiştir. Abduh, Elmalılı ve İsmail Hakkı İzmirli’nin görüşlerini özetleyen Çağlayan, şöyle demekte: “Akıl, kalb ve ruhun kaynağında, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki, insan bununla duyu organlarıyla hissedilmeyen şeyleri anlar. Ruhi bir güç olan akıl, duyulardan hareketle duyular ötesini idrak eden veya duyularla elde edilemeyen bilgiyi bizzat keşfeden idrak aletidir. Akıl, duyu ve tecrübe alanına giren olayları bilir. Ancak gayb âlemiyle ilgili hükümlerde yanılabileceği için bu alanda vahye gereksinim duyar. Çünkü vahiy, idrak edilecek kavramlarda aklı güçlü bir hale getirir. Vahiy öyle bir nurdur ki, onun Allah’ın peygamberi aracılığıyla ortaya çıktığını vicdan idrak eder. İslâm’ın ilim ve irfan, akıl ve fikir dini olmasının temelinde akıl ve vahiy arasındaki bu uzlaşı vardır. Akıl ve vahiy aynı gerçeğin farklı şekillerde sunulmasıdır. Son dönem Kelâm bilginleri arasında yaygın kanaat, duyu ve tecrübe dünyasında yanılan aklın gayb âlemiyle ilgili hükümlerde de yanılabileceği ve bu âleme ait bilgileri idrak etmekten aciz kalabileceği için vahye muhtaç olduğu yönündedir. Klasik ve son dönem Kelâmcılarının düşüncelerinden hareketle şu görüşe ulaşılabilir. Kelâmcıların çoğunluğu, akletmekle ilgili bazı ayetleri  delil göstererek akılla kalp arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu, hatta aklın kalpte olduğu görüşündedirler. Bazıları ise akılla beyin arasında ilgi kurarak akli fonksiyonların beyin vasıtasıyla gerçekleştirildiğini savunur.  Bunlardan ikincisini benimseyenlere göre aklın yeri beyindir, fakat aklın eseri kalpte ortaya çıkar. Böylece gözün güneş ışığı sayesinde nesneleri görmesi gibi kalp de akıl ışığıyla bilgileri alır. Akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir (Abduh)” (ÇAĞLAYAN, 2011: 246).

Akletmenin kalb işi olduğu hakkında bir çok çalışmadan bahsedilebilir. İlhan Kutluer’in çalışmasında da bu yaklaşım yeniden zikredilmiş görünmektedir. Ancak bu çalışmada kalbin “temiz” olmasının akletme işini mümkün kıldığı ifade edilmiştir ki, bu Kur’an’a da mutabıktır: “İnsanın hem cismani hem de manevi varlığının merkezinde bulunan “kalb”in işlevidir (Hac, 22/46; A‘râf, 7/179; Tevbe, 9/87; Muhammed, 47/24). Bu merkezî konum sözlük anlamı çekirdek olan ve Kur’an’da akıl anlamında kullanılan “lübb” (ç. elbâb) teriminden de çıkarılabilir. Klasik Arapça sözlükleri de kalp ve aklın Arapçada eş anlamlı olduğunu bu sebeple vurgulamaktadır. Ayetlerde göz, kulak ve kalbin birlikte zikredilmesi duyusal ve akli etkinliğin bütünlüğüne işaret etmektedir. Bir nesne ya da hadiseyi duyu algısı düzeyinde gözlemleyip akli düzeyde kavramayan bir öznenin, Kur’an’ın da belirttiği gibi kör olduğu söylenmelidir (Hac, 22/46). (...) Kur’an’da akletme etkinliğinin hakiki işlevine uygun biçimde gerçekleşmesi kalbin sağlıklı oluşuna bağlıdır. (...) manevi bir hastalığa yakalanmış bir kalpten, akletme etkinliğini gerçekleştirmesi beklenemez.(...) kilitlenmek ya da taşlaşmak suretiyle işlevini yitirmiş, böylece akletme etkinliğinde bulunması artık imkânsız hâle gelmiş ise bu kalbin Allah tarafından “mühürlenmesi” ilahî sünnet gereği kaçınılmaz hâle gelir (Bakara, 2/7, 10). (...) Esasen akletmek ile iman etmek kalbin birbirini besleyen iki eylemidir. Akletme kalbi iman etmeye götürüyorken iman etmek akletmeye sevk etmektedir” (KUTLUER, 2007: 46).

Kalbin akletme merkezi olduğu hakkında bilgileri naklettik. Kutluer’in söylediği gibi kalbin temizliği ile Ulul Elbab adamlar arasında bir bağlantı var. Kitap diyor ki: “De ki: “Habis ile temiz bir olmaz. Habis olanın çokluğu hoşuna gitse de- Ey temiz akıl sahipleri/ Ulûl Elbâb, Allah’tan korkup sakının/ fettekullâhe. Umulur ki kurtuluşa/ leallekum tuflihûn(tuflihûne) erersiniz” (5 Maide 100). Burada refah değil felah zikrediliyor. Dolayısıyla Müslümanca düşüncenin “zenginlik- refah” üzerine eğilmesi geleneksel bir tavır değil. İktisadî çalışmaları zenginleşmeye dönüşmeden harekete geçiren, içtimaî birliği muhafaza etmeye teksif olmuş mürşidler vardı. Örneğin Somuncu Baba- Ekmekçi Koca onca ilmine rağmen somun satardı. Helal ekmek ile temiz kalb arasında da müthiş bir bağlantı vardır. “Ekmeğimle oynama” denir; geçimi bozana “senin kalbin taşlaşmış” denir. İşte bu akıl- dışılıktır. Yani kalbin katılaşması, aklî olandan, vicdanî olandan kopmadır. Böylece Lübb [لب] “günah kirlerinden arınmış akıl”a dönüşüyor. Kirlerden, lekelerden halis bir akıl yada günah kirlerinden arınmış bir akıl [لب] sahibi haline gelmekten bahsediliyor. Çünkü kalb îmanın tezgâhıdır. O temiz ise iman da halis olur. Entellektüel olmak, Kur’an açısından abid ve ahlâk sahibi olmayı icbar ediyor. Entellektüeli kafanın hasılası gören zevat için ise onun ne kadar “beyin teri” döktüğü öne geçiyor. Entellektüel böyle bir zihniyet için “düşünce emekçisi” oluyor.

Fıkıh ve kelam alimleri, kavramak ve idrak etmeyi “akıl” kelimesi ile tercih tarif ederken, sûfiler “kalb” kelimesini kullandılar. Sûfilere göre kalb, keşf ve ilham merkezidir. Çünkü kalb Cenab-ı Allah’ın indiği yerdir, tecellîgahıdır. “ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi/ Ve Biz, ona şah damarından daha yakınız” (50 Kaf 16) denmiştir. Şah damarı kalbe bağlıdır. Kalb vücuda büyük bir tazyikle kan sevkeder. İmân, kalp huzurunu, sekeneti sağlar, kişiye tevekkül bahtiyarlığını bağışlar. Gelecek kaygısını sindirir. Bu işleri beyin faaliyeti götüremez. Kaygı, felsefi manada beynin işlevi değildir. Düşüncenin kendisi açlık- fakirlik üzerine hesap yapmaz. Çünkü düşünce (beyin) rasyoneldir. Düşünce açısından inanç yoksa herşey mübahtır. İnkâr, umutsuzluk doğurur, ruhu sıkar, kalbe yük olur, vicdanî mesuliyeti boğar. Bu nedenle Kur’an’da Ulul Elbab (akıl sahipleri) denildiğinde “Kalb sahipleri”ni anlamak gerekir. Kalb sahipleri de aslında zikredenlerdir. “Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur” (13 R’ad 28). Kalblerin itminan bulması bu ayette zikredilmiştir. Ancak Ulul Elbab’ın zakirler olmasından bahsedilmiştir: “(Kitap) Temiz akıl sahipleri için bir hidayet rehberi ve bir zikirdir/ Huden ve zikrâ li ulîl elbâb(elbâbi)” (40 Mü’min 54) ya da “Allah onlar için çok şiddetli azap hazırladı. Ey âmenû olan ulûl’elbab! Öyleyse Allah'a karşı (daha üst takva ile) takva sahibi olun. Allah size zikri (Kur'ân'ı) indirmiştir” (65 Talak 10).

Modern toplumsal hayatın ürettiği entellektüel düşünme cehdini teorik bir faaliyet şeklinde görmekte ve kent dinamiğinde kamusal alanda idealize ettiği bir hedef adına kavganın üzerine oturtmakta. Edward Said’in “taş atan” ve Walter Benjamin’in “kitaplar arasında” fotoğrafı ile Müslüman taakkulu- tezekkürü- tefekkürü- tedebbürü denk görmek mümkün değil gibidir. Zikir ve amelle güçlenmemiş bir entellektüel aktivizm modern aydını sarmış görünüyor. Kur’an kendi aydınını diğer aydın tasavvurundan ayırmaktadır. Bize ait aydın, bugün hiç anlaşılmayacak, hiç bir şekilde özümsenemeyecek özellikler taşıyarak tarihin oluşumuna cehdetti. Müderris Hacı Bayram-ı Veli’nin bir takım vakıflar tesis edip, vakıfta gelen geçen herkese çorba ikram etmesi; çorbanın yapıldığı burçak ziraatinde bizzat çalışması, içtimaî ve iktisadî faaliyetini yoksul ve fakirler için tahsis etmesi; kendisi de tavr-ı melâmat ve fakr u zarûret ve kanâat ve takvâ ile ömr-i şeriflerini güzeran eylemesi” (CEBECİOĞLU, 2004: 62) günümüz “aydın” tavrını boşlukta bırakmaktadır. Modern aydın, aydınlığın temel karakterinin itiraz- cedel olduğuna dair kanaat geliştirirken; Kur’an, akletmek kelimesini “halim” kavramıyla zikrederek başka bir tanımlama getiriyor: “Yoksa onların akılları/ ahlâmu-hum bunu mu emrediyor? Veya onlar azgın bir kavim mi?/ tâgûn(tâgûne)” (52 Tûr 32). Halim kavramının günahları bağışlayan, cezalandırmada acele etmeyen, öfkesine yenilmeyen, cahillerin ve asilerin isyanı  kendisini öfkelendirmeyen, günahları nedeniyle kullarına nimet vermeyi ve iyilik yapmayı kesmeyen anlamlarına geldiği esmaül Hüsna kitaplarında zikredilmiştir. Halim ismi, gücü olduğu halde bağışlayana verilir; gücü olmadan bağışlayana bu isim verilmez. Entellektüel bireye ahlâkî ve amelî zaafını yenecek bir akletme/ tezekkür imkanı bahşedecek geleneğin halkasına bağlanmaya mecburuz. Aksi halde aydının bir cinnet, bir buhran mapushanesine dönüşen tefekkürü kimseye hayr etmeyecektir. Abdülhalik Gücdevanî (ö. 1179), Yusuf Hemedanî, (d. 1048- ö. 1140), Ahmet Yesevî (d. 1093- ö. 1166) Vukûf-i Kalb’ten bahsediyordu. Bu,kalbi zikirde toplamak ve bütünüyle zikrettiği varlığa bağlanmaktır. Entellektüel, gündelik “hay ve hu içinde” bunu başarabilir mi? Evet gecelere kadar uzanan bir zikir içinde bu mümkün olabilir: “Geceleyin secde ederek ve kaim durarak, ahiretten çekinen, Rabb'inin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak Ancak ulûl’elbab tezekkür eder” (39 Zümer 9).

               

 

  • CEBECİOĞLU Ethem, Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Felsefesi, Altındağ Belediyesi Kültür Yayınları, 2004
  • ÇAĞLAYAN Harun, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 9:1, SS.233-262, 2011
  • İBN KESİR- KURTUBİ- BEYHAKİ- SADİ- İBN KAYYIM EL CEVZİYYE, Esma-Ül Hüsna, Karınca Kitap, 2004
  • El- İSFAHANİ Ragıb, Müfredât, Çıra Yayınları, Çev: Abdülbaki Güneş- Mehmet Yolcu, c: 2, 2007
  • KUTLUER İlhan, İslam’da Bilgi Kaynağı Olarak Akıl, Din İşleri Yüksek Kurulu Edisyon: İslam’a Giriş- Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007

  

Önceki ve Sonraki Yazılar