Tın tın

Tıngırdamak...

Halis muhlis Türkçe bir sözcük. Ne ki Türkçe'de hakkı pek verilmemiş. Bahtsız ve talihsiz.

Farsça'dan, Arapça'dan o kadar güçlü rakipler çıkmış ki karşısına, tarih içerisinde kenara itilip argo muamelesine maruz kalmış.

Yaygın anlamı: "ses çıkarmak". Bilhassa sahan, tencere, bozuk para gibi metalik nesnelerin yere düşünce çıkardıkları seslere atfen.

Tıngırdatmak da aynı mânâda. Ud, tanbur gibi vurmalı sazlar tıngırdatılır çünkü.

 

* * *

Sözcüğün biraz olsun köküne yaklaşmayı denersek, daha ilk adımda tınlamak'la karşılaşacağız; tın tın sesiyle...

Hadi üşenmeyelim de bir adım daha atalım. En bilineni: tınmamak. Yani umursamamak, kayıtsız kalmak, ses vermemek, bir şey söylememek.

Sözcüğün olumlu formu pek kullanılmaz: tınmak. Mânâsı: "ses vermek, ses çıkarmak, bir şey söylemek".

Sözcüğün tınısının ne denli duyulduğunu bilemiyorum ama burada biraz durursak belki şu 'ses'te saklı soluğu farketmeyi başarabiliriz.

Deneyiniz, bakalım tınma'nın kökenindeki alıp verilen o soluğu, o hırıltıyı, o nefes ve teneffüsü duyabilecek misiniz?

Şayet kişi soluk alıp verirse, ses çıkarırsa, bu durum elbette öncelikle yaşadığına delâlet eder. Peki tınmaz, soluk alıp vermez, ses çıkarmazsa?

Bu hâlde o kişi tıngırdamış, yani yaşam soluğunu/son nefesini vermiş, kısacası ölmüş demektir.

Çağdaş felsefe metinlerinde sıklıkla karşılaşılan ve fakat ne idüğü bir türlü anlaşılıp bilinemeyen şu ünlü tin, işte bu tın'dan gelir.

Hani şu "tinin görüngübilimi"ndeki tin...

Yunanca'da nous, Latince'de spritus, Almanca'da geist.

Arapça'da ruh, Farsça'da can, Türkçe'de tin.

 

* * *

Buraya kadar bir sorun yokmuş görünüyor. Bilhassa bu topraklardaki düşünmenin koca çağlara uzanan o derin kökleriyle irtibat kurmayı beceremeyen bilgiçler açısından...

Oysa Yunanca'da nous'un yanısıra psyche, Latince'de spritus'un yanısıra anima, Fransızca'da esprit'nin yanısıra l'âme, Almanca'da geist'ın yanısıra seele, ve aynı şekilde Arapça'da da ruh'un yanısıra bir de nefs kelimesi vardır.

 

* * *

Bugün, bir zamanlar ustalarımızın geleneksel terimlerimiz arasında gözettikleri o ince farklardan habersiz bir hâlde yazıp çiziyoruz. Meselâ madde ile cisim veya cesed ile beden ya da nefs ile ruh arasındaki derin farkları artık hatırlamıyoruz.

Latince corpus terimine anlam vermekte zorlanışımızın bir sebebi de bu değil midir zaten? Bu terimin Türkçe'de karşılığı nedir? Acaba cisim mi, beden mi, cesed mi?

Beden denildiğinde aklımıza cansız değil, canlı beden geliyor. Cesed deyince tam aksine sadece cansız beden.

Canlı veya cansız olmaktan söz edilir de hemen dile ten gelmez mi?

Öyle ya cesed ve beden'in eşanlamlısı olarak dilimize Farsça'dan girmiş olan bir de ten kelimesi var: Farsça ten-can ikilisi.

Dikkat ediniz lütfen, ten'in karşısına yerleşen tin değil, can.

 

* * *

Çokanlamlılıkla başı belâda olanlar ciddiyetlerini hep yolun başındayken isbat etmişlerdir.

İmdi, bu çerçeveden bakıldıkta acaba Yunus'un şu mısrâlarının hakkını verip veremeyeceğimizi kendimize sormalıyız:

1) "Aşık ki cana kaldı âşık olmaz/Canın terketmeyen ma'şukun bulmaz.

Bu beyitte "cana kalmak" veya 'canını terketmemek" ifadelerinden maksad kolaylıkla anlaşılıyor olsa gerek: ölmemek.

Yani âşık ölmedikçe, gerçek âşıklardan sayılamayacağı gibi, yârine de asla kavuşamaz. Diğer bir tabirle, âşık candan geçmeli, yani ölmeli ki bir an evvel yârine kavuşmalı!

"Can vermek"ten ve/veya "canı terketmek"ten maksûd bu ise, aşağıdaki beyiti nasıl anlamalıyız?

2) "Yunus öldü deyû salâ verirler/Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez."

Bazıları ikinci mısrâı şu şekilde söylerler:

— Ölen beden imiş âşıklar ölmez.

Ten-can ayrımını dikkate alarak sormak gerekmez mi: Ölen beden ise, âşığın nesi ölmez? Canı mı?

Elbette canı. İnanmıyorsanız, kulak veriniz:

3) "Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil."

Bu durumda canlar ölmez ise, âşıkların yâr uğruna canlarını vermelerinden, canda kalmamalarından maksûd ne ola ki?

Zihnimiz iyice karıştı nasıl olsa, biraz daha karışsın!

4) "Can seninle yâr iken Hakka kulluk edegör/Can tenden ayrılıcak ten kulluk ede değil."

 

* * *

Yukarıda işaret etmeye çalıştığım ayrımlara nüfuz etmedikçe hakikatlerimiz birer edebiyat numûnesi olarak kalmaya mahkûm olacaklar.

İçinde bulunduğumuz dünya ikili çerçeve kullanıyor: Can-Ten, Ruh-Beden, vs. Örnek aldığımız dünya ise üçlü çerçeve kullanırdı: Ruh, Nefs, Tabiat.

Bu çerçevede ten veya beden, en nihayet tabiî idi. Tabiata aitti. Nefs, bu tabiatla bitişik, Ruh ise tamamen ayrıktı. (Nous/Spritus karşılığında hukema Ruh yerine Akıl terimini kullanmayı tercih etmişlerdir.)

Demek oluyor ki üçlü çerçevenin sırrına vukûfiyet kesbetmedikçe Yunus'un dahî sözlerini idrak edip etmediğimizden emin olamayız.

 

* * *

Sözün özü ey talib, nefesine sahip çık da tınma!

Hakikate ulaşmanın en kısa yolu sükûttur çünkü.

Önceki ve Sonraki Yazılar